2 Haziran 2009 Salı

üçlü salgın tipolojisi

1. Domuz Gribi

Madrid'te bir okulda yeni vakalardan şüphe edilmesiyle birlikte yeniden gazetelerde yer bulsa da Barselona sakinlerinde henüz gözle görülür bir panik yaratmadı... Onun yerine üçlü şampiyonluğun yıkıcı sevinci ve La Rambla'nın beter hali, ertesi gün hapının serbestleşmesi polemiği, Avrupa Parlamentosu seçimleri gündemi işgal etti. Nou Barris'teki dev yangın bile basında yankı bulmadı zaten; ben itfaiye sireniyle uyandığım ve balkondan gördüğüm dumandan dehşete düştüğümle kaldım.


2. Tektonik

Geçen yıl Clément'ın blogunda izleyip şaşıp kaldığım yeni fransız dalgası Barselona'ya da ulaştı. Katalunya Meydanı'nın tam ortasında birbirine Tektonik öğreten liselilerin ardından mahallemde de kendi kendine Tektonik figürleri çalışan çocuklar belirmeye başladı. Bu arada aynı blogda geçenlerde beliren 'Begüm Huuu' videosu başka başka salgınlara gebe...


3. Nostalji: 90'lar

İnternetten takip edilebilecek kaliteli Türk programlarından bahsederken dile gelen Televizyon Çocuğu'nun 90'lar bölümünü takiben bütün bir gece YouTube'ta Türk Pop Müziği'nin 20'lik hitlerini dinlemekle geçti. Tabii Türkiye'de olsam mecburen ve inadına korsan bir şekilde yapmam gerekecek bu işlemi, sansür zihniyetini aşmış bir coğrafyada herhangi bir üçkağıda başvurmadan yapabilmenin buruk sevinci memleket hasreti üzerine yine derin bir ikileme itti beni.

Bir başka cennet

Plastik Sanatlar ve Müzik dersim için hazırladığım ödevin henüz bir başlığı yok; ama merkez kavramı 'sinestesia' (birleşik duyum) ve temel sorusu 'Görme engellilere resim nasıl aktarılabilir?' Bu konuyu başka bir yerde değerlendirmeyi düşünüyorum (söylemem, sürpriz...). Burada bahsetmemin sebebi, konuyla ilgili araştırma yaparken Borges'in 'Körlük üzerine konferans'ına denk gelmiş olmam.

Borges sesini, hele de aksanını duymuş olmanın verdiği keyif bir yana; bir cümlesi bir türlü aklımdan çıkmadı: 'Cennet denince bazıları bir bahçe, bazıları bir saray hayal eder. Bense kendi cennetimi devasa bir kütüphane olarak düşlemişimdir hep.'

Borges 1955'te Arjantin Ulusal Kütüphanesi'nin başına getirilir. O tarihte Ulusal Kütüphane'de çeşitli dillerde toplam 900 bin kitap bulunmaktadır. Ve Borges o yıllardan bahsederken kendini ne kadar mutlu hissettiğini yukarıdaki cümlesinde anlatır.

Borges'in cennet tarifini daha ilk duyuşumda aklıma kendi 'evim' (çekirdek aile, çocukluk yılları ve mekânlar karışımı, taşınabilir bir değerler bütünü olan 'ev') geldi. Duvarların kütüphaneye çevrildiği, her kitabın kutsal olduğu, herhangi bir kitabı yere bırakanların ayıplandığı, satın alınan hiçbir kitabın gün gelip kütüphaneden ayrılmasının kabul edilmediği, ödünç verilenlerin geri dönüşünün sabırsızlık ve huzursuzlukla beklendiği... evim.

Çocukken, ve hala, bir gün evim olursa içinde olmasını istediğim şeylerden birisinin kocaman, sürgülü merdiveni olan bir kütüphane olduğunu hatırladım.

Sonra, sevdiğim kitapçıları anımsadım -çünkü biri tam da benim sevdiğim gibi merdivenli. İstanbul'da, Brüksel'de, Barselona'da, ve başka şehirlerde. Her birinin rengini, ışığını, diğerlerinden ayrılan özelliğini düşündüm.

Paris'e ilk gidişimdeki Bibliothèque Nationale 'şokumu' hatırladım. Cam kapının ardından izlemekle yetinmek zorunda kaldığım ihtişamlı salonu... Salamanka'da eskiden raflarına zincirlenen kitapları, kitap yürütenleri 'dışlanmakla' tehdit eden yüz yıllık uyarıyı hatırladım. Üniversitedeki kütüphane küskünlüklerimi düşünüp buruldum biraz. Barselona'daki müptelalığımı düşünüp şaşırdım. Katalunya Ulusal Kütüphanesi'nin arka odalarını, ellerimde beyaz eldivenlerle karıştırdığım yorgun ve incingen kitapları hatırlamaya çalıştım. Maillerimdeki 'en güzel kütüphaneler' ve 'en güzel kitapçılar' dosyalarına yeniden bakasım geldi.

Aslında içi boş bir takıntı olduğundan şüphe etmeye başladığım kitap alma alışkanlığımı bir kez daha sorguladım. Alma ve okuma hızlarımı karşılaştırıp kendime kızdım. Şimdiden odama sığamadığımı hatırlayıp biraz gerildim yine. Kendime, her şeyi biriktirmek ve her şeyi atmak dürtülerimin gel-giti arasında kitaplarımın hali ne olacak diye sordum. Ya da yer değiştirme vakti geldiğinde neler olacak diye...

İstanbul'u özlememin bir sebebinin de bir kitapçıya girince türkçe dolu raflar bulmak olduğunu fark ettim. Orhan Veli'yi, Özdemir Asaf'ı, Atilla İlhan'ı ekrandan değil kağıttan okumayı özlediğimi tekrarladım içimden. Mümkünse solmuş, eski bir baskıdan...(ve tabii, bunu düşününce ister istemez aklıma annemin eski kitapları, Eflatun Cem Güney'in Masallar'ını kendisi masal gibi bir kitaptan
okumanın hazzı da geldi)

Ve başucumdaki kitabın kapağını hala açmadığımı fark ettim şimdi... O yüzden burda bitiriyorum.