30 Ekim 2008 Perşembe

don't worry! get happy!

//Başlamadan önce: Blogger'a sansür! Uzun bir aradan sonra yeniden yazmaya dönmek için bundan iyi bir sebebim olamazdı. Geç kalmış bir protesto...//


La Vanguardia gazetesine göre (14 Ekim 2008, Vivir eki, ss.1-2, yazan Oscar Muñoz) bu yıl Katalanların ulaşım alışkanlıklarında değişiklikler olmuş. Örneğin özel araç kullanımında her yıl görülen hızlı artış bu defa gözle görülür biçimde kesilmiş. (Özel araç hala birinci sırada; ama toplu taşıma arayı kapatıyor.) Bunun önemli sebeplerinden biri de ekonomik kriz, zira araştırmanın yapıldığı sıralarda benzin fiyatları rekor düzeylerdeymiş.

Gazetedeki bir diğer veri de ulaşım yöntemlerinin tercih sırası. Buna göre Katalanların favori ulaşım yöntemleri sırasıyla :
'tabanvay' (yaya mı yayan mı, ne yazayım bilemedim),
motosiklet,
araba,
bisiklet (bkz. Bicing; ama sadece katalanca ve ispanyolca.),
tramvay,
ferrocarils (bir nevi banliyö treni),
metro (nihayet!),
taksi,
otobüs ...

(Bu arada, ben bu listede bir yerlere kaykayın da eklenmesi taraftarıyım... Çünkü kaykaycılar MACBA'ya özgü bir durum değilmiş anladığım kadarıyla. Her yerde takip etmeye başladı beni kaykay sesi.)

Bu listeyi kendi izlenimlerimden yola çıkarak üniversitelilere uyarlamak gerekirse, ilk sıraları bisiklet, motosiklet ve metronun paylaştığını söyleyebilirm size. Benim gibi makul mesafelerde oturan öğrencilerin bir kısmı (dün ve bugünün aksine, rüzgarın kemiklerinizi takırdatmadığı havalarda) yürümeyi de tercih edebiliyor (ya da belki onlarda benim gibi bisikletlerle anlaşamıyorlardır =P)

Fòrum Barcelona'da süren Barcelona Sensation sergisindeki verilere göreyse Barselona şehir merkezinde toplu taşıma oranı %39, yayan ulaşım %36 ve özel araç kullanımı %25. (Bisikleti toplu taşıma mı saymışlar acep? Bilemedim.)Ayrıca, Barselona'da 11 bin taksi, 250 bin motosiklet (Roma'dan sonra ikinci sırada) ve bunun üç katı sayıda araba varmış. Bu sergiye daha sonra yeniden değinebilmeyi umuyorum. Annemin kaşif ruhu sayesinde daldık Barcelona Sensation'a. Açlıktan midem yanmasına rağmen gıkım çıkmadan, notlar ala ala gezdim sergiyi. Öyle ilginçti benim için - açken genelde çekilmez oluyorum da... -

Bu hafif gevşeme parantezinden sonra konuya başka bir noktadan geri döneyim: Barselona metrosu. İstatistiklerin aksine, benim günlük ritmimde metro ilk sırada. Gerçi biraz otobüse ağırlık vermeye çalışıyorum bu ara. Şehri daha çok 'görmek' için. Ama hız ve sıklık faktörü dolayısıyla genelde metroya yöneliyorum.

Bu yönelmelerden birinde TMB'nin (Transports Metropolitans de Barcelona) yeni tanıtım filmiyle tanıştım. Metronun fazlasıyla sıcak, kalabalık, sabırsız, stresli vb atmosferinde birden 'Get happy! Baby get happy, come on!' sesini duyunca irkiliverdim önce. Zamane gençliği olarak, fon müziği eşliğinde hareket etmeyi severim ama bu sefer kulaklıklarım çantamın bilmem hangi cebindeydi. Bir an aklımdan şüphe ettim, 'kaçtı galiba' diye düşünürken gözlerim metrodaki ekranı buldu tesadüfen. Ama filmin sadece son karesini görebildim.

Tanıtımın tamamını önce televizyonda izledim. Karşılaştıkça metroda da izliyorum =) Metrodaki ekranlarda düzenli olarak beliren bu film muzip bir neşe veriyor insana. Öyle zıp zıp hop hop gitmek bir yerden bir yere... Tabii metroda mahsur kalma maceramı düşünürsek, toplu taşıma belli zamanlarda hiç de neşeli olmayabiliyor. (Bu arada, bir sonraki başlıkta kendimle çelişmişim...) Yine de, bir reklamlık süre için de olsa, toplu taşıma pek bir sempatik görünüyor insana. Film, en azından Youtube'da, pek beğeni toplamış. Metnini tam çözemedim henüz, çünkü katalanca. Ama 'çevre dostu', 'düzenli şehir' gibi anahtar kelimeleri ayırt edebildim. 'Çevre dostu' ulaşımın önemini IKEA'ya yolculuğumda keşfetmiştim (bkz). 'Düzenli şehir' kısmına gelirsek, TMB'nin 'Gitmek istiyorum' (IETT'nin Oraya nasıl giderim? sisteminin Barcelona versiyonu) arama motorunu sık sık kullandığımı ve her seferinde memnun kaldığımı söyleyebilirim. Yani, en azından sanal ortamda, her şey yerli yerinde =)

Sizleri tanıtım filmiyle başbaşa bırakıyorum...



... bırakamıyomuşum. aranıza kara kedi girmiş. size 10 canlı bir adres: http://www.youtube.com/watch?v=kvae9787l4c.

Aklıma geldi de, şu aralar yüksek lisans derslerinde sık sık 'Youtube'dan şunu arayın izleyin, Wordpress'ten bunu arayın okuyun' gibi cümleler duyuyorum. Ne garip. Hocalar bu sitelerin öğrencilerini zehirleyip yiyip yutacağını nasıl akıl edemiyorlar...






8 Ekim 2008 Çarşamba

faune et flore (fauna ve flora)

Eğitim hayatımın ilk yıllarından kalma 'Çevremizi tanıyalım' prensibinden yola çıkarak, çoğunlukla fakülte ve civarında olduğum bu günü etrafıma daha dikkatli bakarak geçirdim.

Gün boyunca farkına vardıklarım ya da aklımdan geçenler şunlar oldu:

Fakülte adeta bir bermuda şeytan üçgeninin ortasında: üç taraftan, benim içinde kaybolmam için tasarlanmış kitapçılarla çevrili. İkisini keşfettim şimdilik. Ama henüz kıyılardayım.

Yine fakülteyi sarmalayan sokaklardan birinde kırtasiye-sahaf karışımı bir dükkan var. Adına dikkat etmemişim ne yazık ki... Ama önemli dergilerin -özellikle sinema- eski sayıları, ikinci el kitaplar, ucuz dvdler ve dükkana hakim olan caz melodisi göz önünde bulundurulursa, nasılsa tekrar gideceğim oraya. Bu sefer adını da öğrenirim.

Barselona Güncel Sanat Müzesi'nin karşısında okuyup da müzenin önündeki meydan-vari mekanda oturmadan -diğer bir deyişle, bir şeyler okumaya çalışırken aslında etrafı dinlemeden-olmaz. Ben de kırtasiye işimi hallettikten, yemeğimi de yedikten sonra MACBA'nın önünde oturdum; açtım önüme ders programlarımı (a evet, burda hoşuma giden bir şey de hafta hafta işlenecek konunun, dersin amacının ve yönteminin, gelecek konuk hocaların, yapılacak ödevlerin, okunacak kitapların uzun uzun anlatıldığı ders programları...). Ama onlarla işimi kısa tuttum. Tepemden -sadece benim değil tabii, müzenin önündeki platformda oturan herkesin tepesinden ve daha çok sağından solundan- atlayıp duran kaykaycıları izlemeye başladım.

MACBA'nın girişi tasarlanırken böyle işlev öngörülmüş müydü bilmiyorum. Ya da müzedekilerin bu kullanım hakkında ne düşündüklerini... Ama o meydana ses getirmiş kaykay trafiği. Sadece kulak verilince / --------------- !! / gibi şematize etmeye yelteneceğim bir dizge sürekli tekrar ediyor insanın beyninde. Programları okurken bir yandan bu ritmin bende bir beklenti yarattığını fark ettim. Sondaki ünlem yere iniş kısmının başarılı olup olmamasını takiben değişik haller alıyor çünkü. Ünlem sayısı arttıkça başımı kaldırıp kaykaycının sağlığını kontrol edesim geldi benim de. Sonra, 'madem ses bu kadar ilgimi çekti, bari seyredeyim' deyip kağıtları topladım ve bir süre kaykaycıları izledim. Bu arada, profesyonel olup olmadıklarını bilmiyorum. Yine de en azından bir kaçı ciddi ciddi antrenman yapıyor gibiydiler. Müzenin önünde yayılmış bizler, çok heyecanlı bir izleyici kitlesi olmasak da en azından tehlikeli atlayışlar başarıyla sonuçlanınca memnuniyetimizi, pisi pisine düşüşlerde 'tüh'lerimizi paylaşarak dahil olduk onların antrenmanlarına.

Antrenmanın sonunu beklemeden fakültenin kütüphanesine geçtim. Zira okumalarıma hızlı bir giriş yapmazsam pek toparlanamayacağım Sanat Tarihi konusunda. Fakültenin kapısına yürürken hep solumda, zeminle bodrum arasında asansörde kalmış gibi duran devasa pencerelerinden içini gördüğüm kütüphaneye bugün ilk defa girdim. Ve o pencerelerin dibinde bir masaya yerleştim. Camın sokak tarafından içeriye bakmak kadar, içerden-aşağıdan sokağa bakmak da ilginçmiş doğrusu (Kütüphaneye gidip de sürekli boynum havada dışarıyı izlemedim tabii, önce gerektiği gibi okumamı yaptım =P). Ama bence camdan içeriyi keşfetmeye çalışan şirincik benden daha çok eğleniyordu. Elleriyle cama dayanıp merakla aşağıdakileri inceleyen, zaman zaman abrakadabra usülü camı ortadan kaldırıp bizlere katılmaya çalışan bu sevimli yaratık o camın ardında yatan fikre şimdiden hakim olmuş sanki. İçerisiyle dışarısı arasında kurulmuş, içerinin çekiciliğini arttırmayı amaçlayan bir şeffaflık...

Günün geri kalanını düşündüm de, o ufaklıktan sonra yeni bir başlık açmaya gerek yok bence. Bu günün en parlak anı oydu çünkü.


A reveure!



NOT: Yorumlardaki konu önerilerini okudum =) İlgili konular hakkında çalışmalarım sürüyor. Yakında sonuçları paylaşacağım sizlerle...

5 Ekim 2008 Pazar

üç nokta

En son gönderiyi yayınladıktan sonra fark ettim ve bugün içinde üçüncü gönderimi (yine üç!) yazıp yazmamak konusunda ufak bir tereddüdün ardından araya girmeye karar verdim: üç nokta kullanım limitimi aşmışım şimdiden... (ups!)

Por si acaso...

Querido lector, querida lectora :

Bueno, no sé si tendré lectores hispanohablantes pero, por si acaso, hago una pequeña introducción en castellano (espero poder hacerlo pronto en catalán también ...).

Creé este blog en enero 2008 por celos a un amigo mío que siempre expone ideas intrigantes en su blog (en turco, claro). No sé si él lee esto y menos si lo entiende, pero se trata aquí de una confesión tardía =P

Si os fijais en la fecha del primer 'artículo' (Eso si, sigue faltándome mucho vocabulario práctico en castellano. Cualquier ayuda o corrección me encantaría...), vais a ver que hace unos pocos días que he empezado a escribir. Aunque ya en enero tenía muchas ganar de escribir , no creía tener ningun tema de especial interés para mis amigos. Otra confesión: siempre me ha costado un montón exponer mis ideas, compartir mis sentimientos, enfin, expresarme públicamente y de una manera que revelaría, incluso un mínimo, lo que tengo en mi mente. Y por eso, he pospuesto la aventura bloguista.

Ahora que estoy tan lejos de mis amigos de toda la vida, de mi familia, de la ciudad caprichosa(Istanbul) y de muchas cosas pequeñas pero vitales, me parecío más necesario que nunca ponerme a escribir. Enfin, el cambio geográfico que vivo ha causado otro cambio tan importante y ahora si que me atrevo a escribir =P (Aunque todavía no se me había ocurrido escribir todo esto en turco, ay ay ay...)

Ya veo que si no me paro ahora, os voy a aburrir con mis confesiones y nunca más volveréis a leer el blog... Así pues, una última cosa y ya está.

El nombre del blog: deniz kabuğu. Estas dos palabras deberían ser una, segun el diccionario. Sin embargo, como se trata de una alusión a mi nombre y mi timidez, pues aquí van separadas. La primera, ya lo sabeis, es mi nombre. Significa el/la mar en turco. Y la segunda, 'kabuk', significa varias cosas pero aquí quiere decir cáscara, dentro de la cual suelo esconderme... Pero si van juntas, significa concha (petxina en catalá, verdad?).

Ya tenéis una breve (!) introducción a mi mundo =)

Fins ara!

Eveet...

Fark ettiğiniz gibi gönderilerin arası açılmaya başladı =) Dersler, ödevler tam gaz devreye girdi de...

Bir diğer sebep de konuları biraz daha enine boyuna ele almak kaygım aslında. Yazmadan önce şunu da araştırayım bunu da kontrol edeyim derken zaman akıyor tabii.

Bu arada, okuyucularıma sorayım dedim. Barselona hakkında, Barselona'da neler yaptığım hakkında merak ettiğiniz bir şey varsa yorumlara yazmaktan çekinmeyin =)

2 Ekim 2008 Perşembe

Memleket Türküsü

Bilmem bahsettim mi daha önce, müziğin ilginç bir önemi var günlük hayatımda. Sanki nadir objelermiş gibi iTunes kitaplığımdaki şarkıları özenle sıralayıp, listeleyip, etiketleyip vs vs duruyorum. Bazen, acaba şarkıları dinlemekten ziyade biriktirmeyi mi seviyorum diye soruyorum kendime. Zira kitaplığın büyüme hızı başdöndürücü olmaya başladı bu ara. Ve de yeni eklenenlerin önemli bir kısmını şimdiye kadar adamakıllı dinlemedim. Neyse ki bu soru aklıma geldikçe daha özenle dinlemeye başlıyorum kitaplığımdaki albümleri, şarkıları. En azından bir kısmını...

Biraz da evden uzakta olmanın etkisiyle bu aralar en çok 'türkçe' listesine kayıyor elim. Şarkıların bir kısmı fena burkuyor içimi ama bir kısmı da ferahlatan bir nostalji uyandırıyor bende. Ve hislerim en çok Ezginin Günlüğü dinlerken karıştı bugün.


Ezginin Günlüğü'yle Oyun albümleri sayesinde tanıştım. Nerden duydum da aldım, ya da ben mi aldım yoksa evin asıl müzik meraklısı annem mi getirdi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o zamanlar henüz cd teknolojisine geçiş yapmamış olduğum. Ortaokul yıllarıydı sanırım ve ben hala bütün kasetlerimi odamda bir çekmecede dizili tutuyordum. Tıpkı annemlerin evin genel kitaplığında yaptıkları gibi (Anlaşılan müzikleri dizme, saklama, koruma alışkanlığımın somut bir başlagıcı da varmış).

Şu cümleyi yazana kadar hiç düşünmemiştim ama şimdi o çekmeceler geldi gözümün önüne. Odamdakiler maviydi; geri kalanlar beyaz. Çekmeceleri açınca dolu dolu bir koku gelirdi burnuma. Arşiv kokusu. Ara sıra evin kitaplığındaki çekmeceyi karıştırır, ilgimi çeken kasetleri aşırır, bazılarını bir süre sonra aynen yerine koyardım, bazılarının yeriniyse benimkilerin arasından pek dinlemediklerim alırdı. Son zamanlarda kasetleri tarama konusunda elim baya hızlanmıştı. Belki de bütün bunları hatırlattığı için, müzik marketlerinde cd raflarını tıkır tıkır taramayı pek severim hala.

Konuya döneyim. Pek çoklarının aksine Oyun albümünden benim dilime dolanan şarkı Düşler Sokağı olmadı. Sanırım ilk ısındığım parça Küçüğüm'dü. Sonra, her zaman olduğu gibi bir şeyi hissettiğimden değil de hissetmenin hayalini kurduğumdan Şehir'e takıldım kaldım. Ki bu şarkıları hala çok severim. Ve tabii, çevirinin ne demek olduğunu bana en güzel anlatan sözlere sahip olduğundan, Vazgeçtim.

Ama beni asıl vuran -İstanbul'a gelmemle birlikte- Kül Vakti oldu. Bu parçayı dinlerken boğazda bir yalının cumbasında oturmuş, dantel örtünün üstündeki kahve fincanına uzanır gibi hissediyorum kendimi hep. Kanunun sesinden ve melodiden olsa gerek, daha ilk notadan başlayarak eski Türk evlerinin o sıcak ve bazen aşırı dingin hissiyatı kaplıyor içimi. Çocukken ziyaret edilen büyüklerin evleri geliyor aklıma. Narin ve zarif eşyaların, ahşap rengin hakim olduğu bu evler adeta birer film seti gibi gelirdi bana. Hepsi ayrı bir çiçek, ayrı bir ağaç kokardı. Çocukluktan kalan bir diğer alışkanlığım da işte bu: bulunduğum yerleri kokularıyla hatırlamak, ya da daha doğrusu tanıdık bir koku duyduğumda o kokuyu ilk aldığım yerde hissetmek kendimi.

Bugün pek bir konudan sapasım var galiba... Öyleyse, daha fazla dallanıp budaklanmadan burada bırakıyorum yazıyı. Kokulu ve müzikli yazılarla devam etmek ümidiyle şimdilik iyi sabahlar (01:35).