2 Haziran 2009 Salı

Bir başka cennet

Plastik Sanatlar ve Müzik dersim için hazırladığım ödevin henüz bir başlığı yok; ama merkez kavramı 'sinestesia' (birleşik duyum) ve temel sorusu 'Görme engellilere resim nasıl aktarılabilir?' Bu konuyu başka bir yerde değerlendirmeyi düşünüyorum (söylemem, sürpriz...). Burada bahsetmemin sebebi, konuyla ilgili araştırma yaparken Borges'in 'Körlük üzerine konferans'ına denk gelmiş olmam.

Borges sesini, hele de aksanını duymuş olmanın verdiği keyif bir yana; bir cümlesi bir türlü aklımdan çıkmadı: 'Cennet denince bazıları bir bahçe, bazıları bir saray hayal eder. Bense kendi cennetimi devasa bir kütüphane olarak düşlemişimdir hep.'

Borges 1955'te Arjantin Ulusal Kütüphanesi'nin başına getirilir. O tarihte Ulusal Kütüphane'de çeşitli dillerde toplam 900 bin kitap bulunmaktadır. Ve Borges o yıllardan bahsederken kendini ne kadar mutlu hissettiğini yukarıdaki cümlesinde anlatır.

Borges'in cennet tarifini daha ilk duyuşumda aklıma kendi 'evim' (çekirdek aile, çocukluk yılları ve mekânlar karışımı, taşınabilir bir değerler bütünü olan 'ev') geldi. Duvarların kütüphaneye çevrildiği, her kitabın kutsal olduğu, herhangi bir kitabı yere bırakanların ayıplandığı, satın alınan hiçbir kitabın gün gelip kütüphaneden ayrılmasının kabul edilmediği, ödünç verilenlerin geri dönüşünün sabırsızlık ve huzursuzlukla beklendiği... evim.

Çocukken, ve hala, bir gün evim olursa içinde olmasını istediğim şeylerden birisinin kocaman, sürgülü merdiveni olan bir kütüphane olduğunu hatırladım.

Sonra, sevdiğim kitapçıları anımsadım -çünkü biri tam da benim sevdiğim gibi merdivenli. İstanbul'da, Brüksel'de, Barselona'da, ve başka şehirlerde. Her birinin rengini, ışığını, diğerlerinden ayrılan özelliğini düşündüm.

Paris'e ilk gidişimdeki Bibliothèque Nationale 'şokumu' hatırladım. Cam kapının ardından izlemekle yetinmek zorunda kaldığım ihtişamlı salonu... Salamanka'da eskiden raflarına zincirlenen kitapları, kitap yürütenleri 'dışlanmakla' tehdit eden yüz yıllık uyarıyı hatırladım. Üniversitedeki kütüphane küskünlüklerimi düşünüp buruldum biraz. Barselona'daki müptelalığımı düşünüp şaşırdım. Katalunya Ulusal Kütüphanesi'nin arka odalarını, ellerimde beyaz eldivenlerle karıştırdığım yorgun ve incingen kitapları hatırlamaya çalıştım. Maillerimdeki 'en güzel kütüphaneler' ve 'en güzel kitapçılar' dosyalarına yeniden bakasım geldi.

Aslında içi boş bir takıntı olduğundan şüphe etmeye başladığım kitap alma alışkanlığımı bir kez daha sorguladım. Alma ve okuma hızlarımı karşılaştırıp kendime kızdım. Şimdiden odama sığamadığımı hatırlayıp biraz gerildim yine. Kendime, her şeyi biriktirmek ve her şeyi atmak dürtülerimin gel-giti arasında kitaplarımın hali ne olacak diye sordum. Ya da yer değiştirme vakti geldiğinde neler olacak diye...

İstanbul'u özlememin bir sebebinin de bir kitapçıya girince türkçe dolu raflar bulmak olduğunu fark ettim. Orhan Veli'yi, Özdemir Asaf'ı, Atilla İlhan'ı ekrandan değil kağıttan okumayı özlediğimi tekrarladım içimden. Mümkünse solmuş, eski bir baskıdan...(ve tabii, bunu düşününce ister istemez aklıma annemin eski kitapları, Eflatun Cem Güney'in Masallar'ını kendisi masal gibi bir kitaptan
okumanın hazzı da geldi)

Ve başucumdaki kitabın kapağını hala açmadığımı fark ettim şimdi... O yüzden burda bitiriyorum.

1 yorum:

birkadin dedi ki...

ben de oyle ozledim kii, kitapcilarda turkce kitaplar gormeyi. ben bi de dillerini de anlamiyorum, elime alip bakamiyorum, bi iletisim bile kuramiyorum kitaplarla