25 Mart 2009 Çarşamba

The Curse of Cursive

Aslında ne zamandır el yazısı yazdığımı hatırlamıyorum. Bu yazıyı hazırlarken 'Keşke Türkiye'de olsaydım; eski defterlerime bakardım' diye geçirdim aklımdan. Yalnız, şunu çok iyi hatırlıyorum: ilk Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi sınavının sonuçları açıklanıyor. Hocam bana 'Ben el yazısı okuyamıyorum; gelecek sefer el yazısı yazma' diyor ve bazı arkadaşlarımı bir gülmek alıyor. Hocaya değil bana gülüyorlardı herhalde çünkü benim el yazısı yazmamdan yıllardır muzdarip bir kısmı: el yazısından kopya çekemiyorlardı bazıları.

'El Yazısının Laneti' başlığını görünce (Jessica Bennett'in Newsweek'te yayınlanmış The Curse of Cursive başlıklı şu yazısının 1 Mart 2009 tarihli Türkiye Newsweek'teki çevirisi) Bennett'in benim az önce anlattığıma yakın durumlar paylaşacağını sanmıştım. Geçmişim şartlandırmış beni anlaşılan. Bennett'in yazısı satırlar geçtikçe şaşkınlığımı ve hayal kırıklığımı arttırdı. Biraz da midemde sinir kramplarına sebep oldu.

Yazının girişi şöyle: 'In all my years of school, there was only one time I cried in class. It was the first week of first grade—Mrs. Scougie's room—and we were learning cursive. Q. I hated the letter. But it wasn't that I couldn't get the strokes right. It was the way I held my pencil: with four fingers around the base, not three—an apparent crime against writing protocol. And though I still write that way, thank you very much, I haven't used script since elementary school. I type, I Twitter, I Facebook and IM. I e-mail co-workers who sit feet from my desk, and text rather than call. The only time I pen a handwritten letter is when I write to my grandmother. So when I hear people say that penmanship is dead, my response: it's about time.'

Ben okul hayatım boyunca birden çok defa ağlamışımdır. Matematikten 100 üstünden 13 aldığımda, fizikte en kolay konulardan olan teraziyi bir türlü yapamadığımda vb... Ama matematik sınavlarının gereksiz, bütün terazilerin dengesiz olduğunu iddia etmedim hiçbir zaman.

Bennett daha sonra Kitty Burns Florey'nin Script ans Scribble kitabına değiniyor: '...she argues that there's simply too much to be lost by allowing the written word to fade into irrelevance. Penmanship, Florey believes, is about more than pretty loops and strokes. It's a way to understand our past, reflect ourselves in the present and maybe even improve our cognition in the future.' Grafolojik tartışmalar bir yana, yıllar önce yazdıklarına bakıp kendi yazısını tanıyamayınca şaşırabilir insan. Tıpkı gençlik fotoğraflarına bakıp şaşırmak gibi. Nasıl biz kilo alıyor, saçlarımızı değiştiriyor, apoletlerimizi çıkarıyorsak yazımız da şekilden şekle giriyor sanki. Oysa dijital harflerde bu yaşanmışlığın, bu yıllanmışlığın tadına varmak mümkün değil. Arial, hep aynı Arial. Ya da en azından onun tasarımını değiştirmek benim elimde değil. 'Ben tipografım, dijital alemde harflere kalemle olduğumdan daha hakimim' diyenlere şimdilik pek lafım yok.

Florey'den alıntı devam ediyor: '... I think there are a lot of people who just can't stand to see handwriting die. And it's not just old people!' Bu insanlardan biri benim, biri de babam (ki eminim annem ve birçok tanıdığım da aynı fikri paylaşıyordur). Benim militanlığımın ardında babam var zaten. Eve bitişik yazıyla yani el yazısıyla yazılmamış bir kartpostal gönderecek oldum; el yazımı kaybettiğim endişesi sardı sevgili babacığımı. Benden büyük olsa da babamın pek yaşlanmadığı bir gerçek. Yani Florey'nin çizdiği profile uyuyoruz: el yazısını savunanların hepsi yaşlı değildir. El yazısıyla övünen bir babanın el yazısıyla övünen kızı olarak şunu da belirtmem gerek: ikimiz de bilgisayarlarımızla gayet sıkı fıkıyız. Yani Bennett'in 'Yaşlı değiller belki ama dünyadaki gelişmelere yüz vermeyen tipler (out-of-touch people) olabilirler.' sözünün alttan alttan önerdiği gibi teknolojiye soğuk insanlar da değiliz. Şu bloğu yazıyor olmam bile dijital harflerden umutlu olduğumu gösterir sanırım.

Ne var ki bilgisayar ekranı müsvedde üzerinde çılgınca eklemeler, karalamalar yapmanın verdiği tatmini veremiyor. El yazısının kaçınılmaz düzensizliği, sayfalar aktıkça yorulan elden çıkan yazının büyümesi, hangi harfe dönüşeceğinin kararsızlığıyla üzerinde fazla duraklanmış bir noktada biriken mürekkep, bir yazdığınızın üstünüzü ne kadar karalasanız da bir daha asla o kağıdın yüzeyinden ayrılmayacağını bilmek... Çok şairane şeyler gibi geliyor biliyorum; ama biraz da ruhumuza özen göstersek ne kaybederiz? Klavyeyle yazmanın da heyecanlı tarafları var tabii ki: tuşlardan çıkan takur tukur ses, uzun ve yorucu bir cümlenin sonunda noktaya adeta bir kahraman havasıyla basmak... Yani neden hayatımda her ikisi de olabilecekken sadece biriyle yetineyim?

Word bağımlısı bir insanım; malum, ödevler... Hatta çoğu zaman doğrudan bilgisayarda yazarım. Bu yazıyı ise bir kafede oturmuş, yanımda bilgisayarda çalışan adamın şaşkın bakışları altında elde kaleme alıyorum. Konuyla alakalı bir refleks olsa gerek.

Burda durup bir noktada Bennett'a hak vermek istiyorum. (Ayrıca yeri gelmişken: içeriği benim için acı verici olsa da teknik olarak çok başarılı bir metin. Yoksa bu kadar yorum yapılamazdı üzerine.) Güzel yazı derslerinin yüklü bir miktar eğitimsel militarizm içerdiğine katılıyorum. Yani herkesin aynı el yazısıyla yazması ne korkunç olurdu! Zaten herkesin el yazısı yazması ne korkunç olurdu! Bennett bizim el yazısı dediğimiz cursive yazıya karşı olsa da diğer el yazısına yani normal yazıya o kadar da karşı görünmüyor -kendisi onu da kullanmamasına rağmen. Bence, bitişik olsun olmasın önemli olan insanın kendi 'el'ine, kendi tasarımı bir yazı stiline sahip olması. Hatta bu stilin de tercihen okunaksız olması =P Okunaksız, çirkin yazdığını düşünen arkadaşlarım var. Oysa tam da bu standart harici yazıları yüzünden ben o arkadaşlarımın yazdıkları kelimelerden büyük keyif alıyorum. Nasıl heceler tonlamayla, ses tonuyla anlam kazanabiliyorsa; harfler de 'el'le anlam kazanıyor bence.

Kısacası el yazısı yazmak şart değil. Ama elle yazmak bence şart. Yamuk yumuk, eciş bücüş olsun ama size özgü bir el yazınız olsun bence. Her şeyin aslında 'anlamsız' olduğu hayatımızda anlamsız da olsa böyle bir detaya yer var bence. Beynimizin kıvrımlarına olduğu kadar ruhumuzun kıvrımlarına da özen gösterelim.

Ben daha çok kafa ütülemeden ve uykusuz kalmadan burada kesiyorum.

Buzdolabının kapağında muzip mesajlar, eski kitapların arasında unutulmuş mektuplar bulup tadını çıkarmanız dileğiyle...

19 Mart 2009 Perşembe

Havaş'ta Speed efekti?!

Havaalanı-Taksim servisinde yolculuk stresini katlayan bir durum: gittiğiniz yolu sanki ön koltukta oturuyormuşsunuz gibi takip edebilmeniz için, tahminimce şoförün yakınlarında bir noktada yer alan ve yola doğrultulmuş olan kamera servis aracı içindeki ekranlara bağlanmış. Elde edilen görüntü şöyle: ekranın tam ortasından geçen kalın siyah bir şerit (ön cama ait bir eklem yeri sanırım), şeritin altında kalan asfalt ve şeritin üstünde kalan yol aydınlatmaları. Sanki bomboş bir otobanda tam gaz gidiyormuşsunuz gibi bir his... Akıp giden bir görüntüde sonsuz tekrar ve başdönmesi, gözlerin uyuşması...

Dün geceden takılma bir tespit.

bookworm - artworm

Bookworm, Ron Arad tasarımı bir kitaplık. Muhtemelen daha önce karşılaşmışsınızdır, en azından bir fotoğrafıyla. 'Ben canlısını da görmek istiyorum' diyenler için şu günlerde Paris'te, Centre Georges Pompidou'daki Ron Arad geçici sergisinde kendisi. Serginin geri kalanı da oldukça keyifli. Özellikle de Arad'ın akışkan ve renkli mimari tasarımları... Gerçi, sizin sanatsever-gezgin ayaklarınıza nispet yapar gibi bir köşeye tasarım tasarım koltukları dizmişler, önüne de set çekmişler; ama serginin sonunda size de ayırmışlar bir tane, kıpkırmızı, tam içine gömülmelik bir koltuk.

'Sırf kitaplık görmeye taa Pompidou'ya mı gidilir?' ya da 'Paris'e gittin de göre göre kitaplık mı gördün?' diyen olur mu? Hele de dışarıda güzelim Paris sokakları uzanırken... Tam burada durup uzun bir parantez açmak istiyorum, bir miktar da Paris'teki yol arkadaşım 'Le goût de Paris'den kopya çekerek - ve bir miktar baştaki sorulara cevap olarak.

Charles Baudelaire'e göre 'Kalabalıktan zevk alabilmek bir sanattır'*. Ne yazık ki ben henüz o sanata vâkıf değilim. Özellikle de hava kapalı ve boğucu iken. Bu nedenle, hazır ayaklarım beni Beaubourg'a kadar getirmişken Pompidou'ya atıverdim kendimi. Kaldı ki ben 'flâneur' (ya da sokak gezgini) tabir edilebilecek bir yaya değilim. Walter Benjamin 'Sokak gezgini kendi sığınağını kalabalıkta bulur' diyor Paris: 19. yy başkenti'nde. Ben ise kalabalıkta sığınaktan ziyade içinde nefes alınamayan bir bulut görüyorum. 'Bu ne gezentilik o zaman? Otursana evinde!' diyeceksiniz. Haklısınız. Elif gibi, Zeynep gibi, Sarper gibi, ve daha gibi gibi birlikte gezilesi insanlarla yapılacak yeni bir programa kadar tek başına şaşkın yaya olmaya ara veriyorum ben de. En azından kalabalık sokaklarda. Çünkü kalabalık bende, atılan her adımın tadını çıkarmaktansa, bir an önce son hedefe varma dürtüsü uyandırıyor.

Parantezi kapatıyorum.

Artworm'a gelince. Aslında bir obje ya da bir insandan ziyade bir fenomen artworm. Pompidou'nun meşhur yürüyen merdivenlerini tırmanırken geldi aklıma. Malumunuz, Pompidou 'bağırsakları dışarda' bir bina (bkz); üst katlara ön cephenin dışındaki tüplere yerleştirilmiş yürüyen merdivenlerle ulaşılıyor. Bu merdivenlerin iki tarafı da ayrı bir manzara: her şeyden önce nefes kesici bir Paris manzarasında kat kat yükseliyorsunuz (ya da gökyüzünden yavaş yavaş Paris'e iniyorsunuz...). Bir yandan da Pompidou'nun içindeki sanat kütüphanesine içiniz gidiyor; orada çalışmayı başaran öğrencileri kıskanıyorsunuz. Çalışmayı başaranlar diyorum zira müzenin arkasında, kütüphane girişinin önündeki kuyrukta beklemekte olanları pek de kıskanmadım açıkçası. Onları görünce MACBA'nın mütevazı ve her daim sakin kütüphanesinin kıymetini anladım =)

El yakan ama yine de iğne atsanız yere düşmez sergiler ve kitapçılar ardından yeniden güneşli ve dingin Barselona'ya geri döndüm. Şimdi İstanbul'dan yazıyorum size. Pazartesiden itibaren Barselona'dan yazıların gerisi gelecek...

À plus!



* Alıntılanan ilk cümlenin yer aldığı bölümün orijinal versiyonu: Il n'est pas donné à chacun de prendre un bain de multitude: jouir de la foule est un art; et celui-là seul peut faire, aux dépens du genre humain, une ribote de vitalité, à qui une fée a insufflé dans son berceau le goût du travestissement et du masque, la haine du domicile et la passion du voyage. Multitude, solitude: termes égaux et convertibles par le poëte actif et fécond. Qui ne sait pas peupler sa solitude, ne sait pas non plus être seul dans une foule affairée. (...) Charles Baudelaire. Le Spleen de Paris, 1869.

9 Mart 2009 Pazartesi

Her günüm bir avlu serinliğinde olsa

Mimar bir çevrenin en küçük 'ikinci nesil eleman'ı olarak sürekli bir 'mekân' lafıdır çınlardı kulaklarımda.

Mimar olmadım; ama belki bir iki şey öğrenebilmişimdir aralarında büyüdüğüm mimar-hocalarımdan. Hani tam uyumadan önce ya da uykuda dinledikleriniz genelde en iyi öğrendikleriniz, en çok aklınızda kalanlar olur ya; düşünün ki ben o insanların arasında, hatta onlardan birinin omzunda uyuyordum bebekken =P Tabii benim uyku saatimde mimari konular yerini 'aynalı muhabbet'lere bırakmış oluyordu çoktan...

Neyse, mekân diyordum. Benimle fazla vakit geçiren arkadaşlarım belki fark etmişlerdir; bende bir kelime fetişizmi vardır -ki blogda bir yerlerde adı geçen 'dil fetişizminin' asıl sebebi de budur. Mekân da tarifi zor duygulara, tanımlaması zor çağrışımlara sebep olan kelimelerden biridir bende. Aynı kelimenin içinde hem malum mekânın sınırları hem de onu dolduran hava gizlidir sanki. Tabii her havanın kendine has bir kokusu, kendine has bir titreşimi, kendine has bir devinimi var. Bir 'alan'ı mekân haline getiren, beni bir mekâna aşık eden de asıl bunlardır işte. Ve çoğu zaman bir şehri özlediğimde aslında o şehirdeki belli bir mekânı özlemişimdir.

Bir binalar, yollar, taşıtlar, insanlar ve birbirini doğuran işler yığınını yaşanılası bir şehre dönüştüren şeydir 'kentsel mekân'. Ne yazık ki çoğu ‘yığın’ımızda üzerine düşünülmemiş –ya da zevksizlikle düşünülmüş- bir öğedir. Bu konuda yaratıcı düşünenlerse, en azından benim tanıdıklarım, er geç küstürülmüştür. Zaten mevcut mekânların çoğunda da insana pek huzur verilmez bizim oralarda. Ama konuya buradan devam edersem hem benim sinirlerim hortlar hem de sizi çok sıkarım.

Mekân illa kapalı ya da dört tarafı çevrili bir alan olmak zorunda değil aslında. Lakin ‘avlu’ dediğimiz mekânın yeri bambaşka benim için. Barselona’daki ilk günlerimden beri sık sık ayaklarım beni Frederic Marès Müzesi’nin avlusuna götürüyor. Havuzun karşısında bir banka kurulup kimi zaman mango-çikolata-naneli dondurma yiyorum kimi zaman okuyorum kimi zamansa sadece katedralin arkasındaki klasik müzik sokak-konserini dinliyorum. Dört duvar arasında, gözlerinizi kapamış sadece etraftaki havayı hissederken görmediğiniz bir yerden gelen müziğin sesiyle bir filmde hissediyorsunuz kendinizi. Her avlu bir ‘dışarı’nın içinde ama o avludayken sanki ‘dışarı’sı hiç yokmuş gibi …

4 Mart 2009 Çarşamba

katalan mutfağı ajandası

Barselona'da kültürel takvimi olduğu kadar gastronomik takvimi takip etmek de hayli zor. Katalan arkadaşlarım sık sık 'ah şimdi şunu yemek lazım', 'a bu ay şu yemeğin tam sezonu' diye yeni yeni isimlerle tanıştırıyorlar beni ve diğer nou catalanları. İşte bugünler de tam bunyols sezonu imiş efendim.

Bunyols aslında bizim lokmaya benziyor. Ama genelde daha küçük, içi gibi dışı da yumuşak, üzerine şeker ve tarçın serpilmiş, kimi zaman sade kimi zaman krema dolgulu kimi zamansa tuzlu oluyor. Gerçi şimdiye kadar tuzlusuna rastlamadım. Bugün ilk defa bunyols yemiş biri olarak kesinlikle tavsiye ederim =)Wikipedia'ya göre, bu tatlıyı Akdeniz mutfağına Araplar'ın kazandırdığı tahmin ediliyor. Bunyols, Quaresma (yine wikipedia'ya göre türkçesi büyük perhiz)döneminde yeniyor. Yani Paskalya'dan önceki son 40 gün (pazarlar sayılmaksızın). Ev arkadaşım eskiden sadece cuma günleri yapıldığını anlattı bunyolsun. Şimdiyse her gün pek çok fırında mevcut. Ben de bir iki gün bakıp bakıp merak ettikten sonra nihayet bugün tadına baktım ve gayet memnun kaldım.



Bunyols. Foto: Espencat (wikipedia-public domain).


Sezonun bir diğer yiyeceği ise calçots yani bir tip soğan (genç, beyaz, tatlıca). Aslında calçots sezonunun sonundayız şu sıralar. Zira 'High season' diyebileceğimiz dönem şubat ayı. Calçot deyip geçmeyin; calçotada -calçot yeme aktivitesi =)- çocukluğumun Yeni Foça'sındaki tandır partileri gibi törensel ve sosyal bir aktivite. Calçotada için ideal olan genelde büyük şehir dışında, kırsal bölgelerdeki masía denen tipik evlere kurulmuş restoranlara gitmek. Anlatılana göre herkese kocaman birer önlük veriliyor. Közde ve ya mangalda hazırlanmış soğanları salvitxada (içindekiler: domates, sarımsak, Murcia biberi/ñora, fındık, badem, ekmek içi, sirke vb) denen özel bir sosa batırıp hüpletiyorsunuz. Elle yendiğini eklememe bilmem gerek var mı? Soğanları yine mangalda hazırlanmış et izliyor. Calçotada aslında Batı Katalunya'nın spesyalitesi imiş. Doğduğu yerin Tarragona yakınlarındaki Valls kasabası olduğunu söylüyor wikipedia. Ne yazık ki ben bu dönem gidemedim calçotadaya çünkü biraz geç haberim oldu. Seneye umarım...



Calçots ve özel sosu. Foto: canal-gourmet.blogspot.com/2007_12_01_archive.html


Aslında ilk başta panellets'den bahsetmem gerekirdi size; çünkü ajandama ilk eklenen bu badem ezmesinden yapılma tatlı idi. Panellets 1 Kasım'da, yani Tüm Azizler Günü'nde (All Saints/Toussaint/Todos Santos/Tots Sants) yeniyor. En popüleri ve gelenekseli çam fıstığı kaplı olanlar. Ama limonlu, çilekli, çikolata kaplı vs pek çok türevi mevcut. Anna'nın (ev arkadaşımın adını söylememişim galiba buraya kadar...) annesinin bize getirdiği çikolata kaplı olanları unutamam =) Panellets'in bir kötü yanı -yani şişmanlatmasını saymazsak- bir hayli pahalı olması. Karşılaştırma yapmak gerekirse, 4 bunyols 80 cents iken 4 panellets 4 euro edebiliyor. Fırınınızın ne kadar havalı olduğuna göre değişir(Benim panellet aldığım fırın gayet mütevazıydı)...



Panellets. Foto: Cerise 2006 (Google).


Daha pa amb tomàquet'ten, orellets'den, sobrassada'dan ... bahsedemedim size; ama onlar sanırım yıl boyu bolca tüketiliyor. Yani daha yazmak için vaktim bol.

Bu arada, eğer Türkiye'deyseniz benim adıma şöyle demli bir çay için. Burda demlediklerimin tadı bir acayip oluyor =(

Afiyet olsun! Bon profit!

Cześć tothom! *

Vigoluların dilinde A Coruñalılar Turcos ise ispanyolların çoğu için katalanlar da Polacos yani 'Polonyalılar'. Başta kültürel, politik ve linguistik nedenlerle dillere yer etmiş bu 'dışlayıcı' adlandırma. Kültürel ve politik sebepler malum, katalanlar milliyetçi ve ayrılıkçı tavırlarını yüzyıllardır korumuşlar. Dile gelince, şurda (ispanyolca) yazdığına göre orduda kendi aralarında konuşan katalanları anlamayan diğer ispanyol askerler onları kendilerine yabancı gördükleri için bu ismi takmışlar. Aslında, ispanyolca biliyorsanız katalancayı ilk duyduğunuzda daha çok 'amanın ispanyolca hiçbir şey anlamıyorum, neden anlamıyorum?!?!' demek geliyor içinizden.

Her ne kadar bu adlandırma esasında bir miktar hor görme içerse de katalanlar durumu gayet benimsemiş görünüyorlar. Bu biraz da bazılarının gözünde İspanya'nın Rusya'ya eş olmasından kaynaklanıyor sanırım. Zira yukarıdaki linkte yer alan yazıya yapılan yorumlardan birinde 'Katalunya Rusya'nın Polonya'sıdır' deniyor. Tarihi ve yazarı hatırlamıyorum; Zapatero'nun G8'e katılmak için Sarkozy'nin peşinde koştuğu ve fransız liderden 'Sizi çağırırsak Polonya'yı da çağırmamız lazım' gibi bir cevap aldığı günlerde La Vanguardia'daki köşe yazılarından birinde şöyle deniyordu: 'Eyvah, kabak yine bizim başımıza patlayacak!'.

Madem bir önceki yazıda katalan televizyonculuğunun adı geçti; bahsettiğim linguistik fenomenle bağlantılı bir örnek vereyim sizlere katalan televizyonlarından. TV3'de her perşembe akşamı Polònia adlı politik-satirik bir program yayınlanıyor. Polònia'nın kahramanları arasında gündemde iz bırakan -katalan olsun olmasın- her türlü ismi bulmak mümkün. Hugo Chávez, Kraliyet Ailesi, Katalunya Hükümeti Başkanı, ünlü aşçı Ferran Adrià vb. Alaya alınan konuların bazılarını anlamam mümkün olmuyor haliyle. Ama giderek gündemdeki isimleri tanıdıkça Polònia'yı takip etmek de kolaylaşıyor. Programın bence en başarılı yönleri makyaj ve konsept-grafik tasarım. Türk mizah programcılığının makyaj yönüne hakim değilim elbette. Ama bir örnek vermek gerekirse bizim aklımızda Levent Kırca'dan kalmış saatler süren makyaj ritüeli gibi Polònia'daki makyaj sistemi de. Ayrıca ilk defa Polònia'da taklidini/ikizini gördüğüm birini sonradan gazete ya da televizyonda görünce tanıyabiliyorum mesela.

Tasarıma gelince, tipografisinden jeneriğine ve, en akıllıcası da, jenerik öncesi ve kapanış sonrası sponsor reklamlarına kadar programa dair her şeye sovyetik motifler başarıyla uygulanmış.

Konsept tasarımının doruğa ulaştığı noktaysa Crackòvia: Crackòvia Polònia'nın 'kardeş' programı ve futbolistik versiyonu. Tabii merkezinde de Barça(Barsa)-Real Madrid ikilisinin birbirini çekememezliği var. Programın yıldızları Barçalılar özellikle sırma saçlı Puyol, entellektüel teknik adam Pep Guardiola, Arjantin asıllı Messi ... (Aşağıda size bu üçünün yer aldığı bir video ekliyorum.) Ama Real Madrid'in eski başkanı Calderón, eski teknik direktörü Schuster gibi Madridli isimler de kısa zaman öncesine kadar her programda göze çarpıyorlardı. Aslında Barça-Real Madrid çekişmesi de bir nevi politik bir çekişme. En azından ev arkadaşımın futbol haberlerini takip ederken bana yaptığı yorumlardan ben şöyle bir sonuç çıkartıyorum: Bir yandan Barselonalılar aşırı merkeziyetçi buldukları Madrid'e sinir olup bunun acısını onların takımından çıkarmak isterken bir yandan da katalan milliyetçiliğini hafiften alaya alan a-katalan futbol camiası Barselona'nın yabancı ekiplerle yaptıkları maçlarda sanki içten içe yabancı olan tarafı tutuyorlar da arada ağızlarından bunu kaçırıyorlar gibi...





http://www.youtube.com/watch?v=6cFWjSyoXHs


*Cześć: Polonyaca 'merhaba' (okunuşu ??) / Tothom: Katalanca 'herkes' (okunuşu: tutom)

1 Mart 2009 Pazar

Encomana el català!

6 Mart 2009 tarihinde gözden geçirilip bir miktar düzeltilmiştir.


Başlamadan önce, youtube videosunun sansür-geçirmez linki : http://www.youtube.com/watch?v=XlH4ZLSi3YM.


Youtube'un sırf -en azından herkes için- zararlı neşriyattan ibaret olmadığının bir diğer kanıtı daha. Generalitat de Catalunya'nın katalanca kullanımını teşvik etmek için hazırladığı reklam kampanyası Youtube'ta da hemen yerini almış durumda. 'Encomana el català' (okunuşu: ankumanal katala), 'Katalancayı kullan' ve sanırım bir anlam oyunu sonucunda aynı zamanda da 'Katalancayı bulaştır' anlamına geliyor. BenDeniz de katalanca serüvenine katılmış bir yabancı -ya da katalan televizyonunun deyişiyle bir nova catalana- olarak sizlerle bu videoyu paylaşmak istedim.

Kısaca: Fırına giren genç ve muhtemelen yabancı delikanlıya fırıncı amca katalanca olarak 'ne alırdınız?' benzeri bir soru soruyor. Delikanlı da katalanca cevap veriyor. Fırıncı delikanlının arkasından katalanca 'Güle gülee' derken onu duyan esnaftan bir bayan şaşırıyor; 'A a, onunla katalanca mı konuşuyorsun?'. İşte can alıcı nokta tam da burası.

Can alıcı noktaya değinmeden önce reklamda benim ilk ilgimi çeken durumdan bahsedeyim: Reklamda müşteri 'yabancı' ve çalışan 'katalan' olsa da günlük hayatta çoğu zaman bunun tam tersi yaşanabiliyor. Örneğin benim sokağımla ana caddenin kesiştiği köşedeki kafeyi vietnamlı bir aile işletiyor. Bu civardaki fırınları ise genelde katalunya dışından gelmiş ispanyollar işletiyor. Fakültemin dibindeki şık kitapçı kafesinde çalışanlar da yine katalan olmayan 'castellanoparlant'lar. Tabii bunun yanında Gràcia gibi eski anlamda bir 'mahalle'ye gittiğinizde nesillerdir aynı bakkalı işleten katalan ailelerle de karşılaşıyorsunuz. Sonuç olarak, günlük hayatta lafa ne zaman katalanca ne zaman ispanyolca girebileceğinizi kestirmek zor.

Bunun yanında, baştaki can alıcı noktaya dönersek, katalanca konuşmayı siz isteseniz de karşınızdaki insan reklamdaki fırıncı kadar hevesli olmayabiliyor bu konuda. La Vanguardia'nın köşe yazarlarından Quim Monzo'nun 3 Şubat 2009 tarihli şu yazısında aktardığı anekdot bu açıdan iyi bir örnek. Özetle şöyle: Bir genç bir kafeye giriyor ve o ana kadar bütün müşterileriyle katalanca konuşmuş olan ve kendisinin de katalan olduğunu isminden anladığımız Mercè'den katalanca 'tonlu sandviç' istiyor. Mercè ise, yabancı olan bu gencin bütün diyalog boyunca ısrarla katalanca konuşmasına rağmen, ısrarla ispanyolca devam ediyor. En sonunda kafeden 'Adéu' diyerek ayrılan gencin ardından Mercè 'Adiós' diyor ve hikaye burada bitiyor. Yani kimin kime katalanca bulaştıracağı tartışmalı... Katalanca öğrenen ve konuşmak isteyen yabancıların en büyük şikayeti ya da şaşkınlığı da bu: Katalanlar bir yandan katalanca elden gitmesin diye kıyameti koparırken bir yandan da -büyük bir kısmı; ama hepsi değil- katalan olmadığınızı anlayınca hemen ispanyolcaya dönüyorlar ('fena mı işte, daha ne istiyorsun?!' diyebilirsiniz; lakin er geç katalanca öğrenmeniz gereken bir yerde ne kadar pratik yapabilirseniz o kadar iyi. Yani bu durumda katalanca için kıyameti koparanları tercih ediyorum ben). Zaten bu yüzden Generalitat bir yandan göçmenleri katalanca öğrenmeye teşvik ediyor bir yandan da bunun gibi videolarla katalanları yabancılarla konuşurken neredeyse otomatik olan ispanyolcaya geçmekten vazgeçirmeye çalışıyor.

Fakültedeki duruma gelince: bu dönemki dört dersimin ikisi katalanca ikisi ispanyolca yapılıyor. Hocaların tercihi bu. Dört derste de yabancı öğrenciler çoğunlukta. Hocaların bazısı 'üniversitenin eğitim dili katalanca, ispanyolca biliyorsanız katalancayı da anlarsınız, ana dilim olduğu için katalanca daha iyi ders anlatıyorum' gibi mantıklı gerekçelerle katalanca ders yapmayı seçerken kimisi de 'madem katalanca bilmeyenler var o zaman ispanyolca yapalım' diyorlar -ama bunu diyenlerin yüz ifadelerinden hangilerinin bu durumdan hiç hoşlanmadığı kestiriliyor. (Bu arada hemen söyleyeyim, lisans derslerinde böyle bir ikilem kesinlikle söz konusu değil. Tek seçenek katalanca).

Kraldan fazla kralcı olmak istemem ama giderek ilk gruba hak vermeye başladım. Barselona dışından gelen katalan arkadaşlarımın -ispanyolca olarak =)- anlattığına göre Barselona'nın dışına çıktığınızda, özellikle de küçük şehirlerde, asla ispanyolca konuşmamış ve konuşmayacak olanlar ezici çoğunlukta. Ayrıca dillerine böylesine sahip çıktıkları için katalan edebiyatı, katalan radyo-televizyonculuğu ve gazeteciliği, kısaca katalan kültür dünyası da hayli ilerlemiş durumda. Hal böyleyken hayatını tamamen katalanca sürdürmek isteyenler de çoğunlukta.

Buna karşın mastırda yine de bir çokdillilik durumu mevcut. Katalanca ve ispanyolca haricinde çoğu hoca fransızca, italyanca ve ingilizce de ödev kabul ediyor. Şimdiye kadar Fransa ve İtalya'dan gelen bir iki hoca kendi dillerinde -hatta bazen çeviri yapılmaksızın- konferans verdiler ve saire.

Şimdilik sizleri Generalitat de Catalunya'nın hazırladığı videoyla başbaşa bırakıyorum. Katalancanın zorluklarına başka bir zaman değinmek umuduyla...

Adéu!