13 Aralık 2008 Cumartesi

window shoppers!


Barselona'nın çeşitli üniversitelerinde irili ufaklı grevler devam ederken; Universitat Meydanı'nda Yunanistan'daki olayları desteklemek için toplanan gruba polis müdahale etmişken; işten çıkarılanların sayısı her geçen gün artarken; vb çeşit çeşit boy boy gerginlik yaşanırken buralarda; yine beklenmedik bir anda, sıradanın altında kötünün üstünde bir öğleden sonra, gülümsemek için başka bir nedenim daha oldu.

Ve yine çocuklar sayesinde oldu. Sanırım 'çocuk görmek' bende batıl inanca dönüşecek yavaştan. 'Bugün çok şeker bir çocuk gördüm, demek ki günüm iyi geçecek!'...

Neyse, anekdotuma döneyim. Malum, Noel telaşı sardı dükkanları. Sokakların ışıklandırılması tamamlandı. Sıra vitrinlerin süslenmesinde. Bu süslenme sürecine pek denk gelmemişimdir şimdiye kadar. Ama salı günü (9/12) birini yakaladım =P Jaume Meydanı civarındaki La Central kitapçısında vitrinin süslenmesi işini genç ve azimli çalışanlardan biri üstlenmiş. Kızcağız elinde bir tipex kalemle iki büklüm olmuş Barselona'nın meşhur binalarını çiziyor içerden vitrin camına. Ben gördüğümde Sagrada Familia'yı bitirmiş, adını bilmedeğim ama şeklini şemalini tanıdığım bir gökdelene geçmişti. O içerde L olmuş gökdelenin çelik gövdesini çizgi çizgi çizerken dışarda da minik hayranları toplanmış 'şöyle yapsak şaşırır mı, böyle seslensek kızar mı, boo diye bağırsak korkup kalemi kaydırır mı?' gibisinden tepkilerle kızcağızın dikkatini dağıtmaya çalışmakla sevgi gösterisinde bulunmak arası bir tantana yapıyorlar. Ben önce hayran grubunun arkasından izledim sahneyi. Sonra içeri girip biraz da vitrinin arkasından ufaklıkları izledim. Kızın anlattığına göre bir saat azimle izlemiş onu hayranları. Ben çıkarken hala ordalardı...

22 Kasım 2008 Cumartesi

şıkır şıkır? henüz değil...

Barselona'ya daha önce üç defa turist olarak gelmiştim. Şimdiye kadar aklımda hep sıcakla, hatta yapış yapış nemle, ağustos yağmurlarıyla eşleşmiş olan şehrin sokaklarını Noel aydınlatmaları sarıyor adım adım. Önce okula gittiğim yol, şimdi de La Rambla Noel'e hazırlandı. Lambalar henüz yanmıyor gerçi... Barselona'nın bu kışlık halini görünce, kendimi şehrin bir parçası gibi hissetmeye başladım bugün. Ya da tam tersi...

20 Kasım 2008 Perşembe

En aquesta facultat es fa vaga!*

Açıkçası, son yazıyı yazdığım günden beri aklımdan bir sürü fikir gelip geçti; ama hiçbirini yazıya dökecek ilginç bir konuya çeviremedim. Şimdilik size bu haftanın en önemli gündem konusundan bahsedeyim diyorum:

Fakültedeki 'grev' ya da 'boykot' (ispanyolcası huelga, katalancası vaga).

Bu hafta boyunca öğrencilerin bir kısmı, dekanlıktan izinli olmak suretiyle, Bolonya sürecini protesto ediyorlar. Benzer bir durum UAB'de (Universidad Autonoma de Barcelona) de sürüyor. Öğrenciler fakülte binasına giremiyorlar (kütüphane hariç). Ama hocalara giriş serbest... Kapıda dağıttıkları bir kağıtta boykotun 10 temel sebebini açıklamışlar. Birkaçı şöyle:

- Halihazırda 120 milyon euro borcu bulunan Barselona Üniversitesi'nin, Bolonya sürecine ayrıca para harcamak istemediğinden, akademik kadrodan emekliye ayrılan olmadıkça yeni hoca almamayı planlaması.
- 'Humanities' diye adlandırılan (Sosyal Bilimler?) dalın ve genel anlamda eleştirel düşünceyi geliştirmeye yönelik derslerin öngörülen yeni sistemde küçük görülmesi ve sadece birkaç seçme derse indirgenmesi.
- Bolonya sürecinin üniversite eğitiminin özelleştirilmesi ve elitizasyonu yolunda temel bir adım olması ve bütün sosyal hizmetlerin özelleştirilmesini öngören daha genel bir mantığın üniversite seviyesindeki yansıması olması.
- Ayrıca ders ücretleri artarken ders içeriklerindeki ve işlenişlerindeki değişikler yüzünden eğitim kalitesinin düşecek ama öğrencinin kişisel ders yükünün artacak olması. Başka bir deyişle, hem okuyup hem çalışmanın artık mümkün olmaması. Ki burda çoğu öğrencinin üniversiteden itibaren kendi eğitimini kendisinin finanse ettiği düşünülürse bu çok önemli bir nokta.

Bugün okuduğuma göre UB'deki protestolar 'Eski Bina' denilen ana binaya taşınmış. Üniversite Meydanı'ndan başlayıp Katalunya Meydanı'na kadar sorunsuz giden yürüyüşe protestonun La Rambla'ya sarkmasını istemeyen yerel polis (Mossos d'Esquadra) müdahale etmiş.'Oldukça ılık' bir temas diyebiliriz. Bugün evden pek çıkmadım (hastayım da biraz), muhtemelen akşam haberlerini de izleyemeceğim çünkü boykottan tamamen konformist bir şekilde istifade edip çoktandır görmek istediğim bir filme gideceğim. Dolayısıyla olayların ne boyutta bir yankısı olur tam bilemiyorum. Ama ev arkadaşıma bahsettiğimde 'Amaaan yine mi! Hiç şaşırmadım, hep aynı şey...' gibi bir tepki aldığımdan hayatımda büyük bir travma beklemiyorum önümüzdeki günlerde. Zira şunu da belirtmek gerek: Bugünlerde İspanya'nın pek çook noktasında türlü türlü sebeplerden bir çok eylem mevcut. Yani bu olayı gölgede bırakabilir diğer haberler.

Bahsettiğim haberi şurda okuyabilirsiniz. Öğrencilerin açtığı pankartta 'Dün lisans mezunu, bugün yüksek lisans mezunu, yarınsa işsiz!' yazıyormuş. Haberin altındaki yorumlarsa ilginç. Okuyucuların bir kısmı protestocu öğrencileri tembel sistem karşıtları olarak değerlendirip, 'bunlar zaten şu anda da başarısız olan öğrencilerdir' derken eyleme katılıp, eve dönüp habere yorum yazanlar da önce yüksek notlarını belirtip sonra 'bazılarının eylem yapmayı bilmiyor olması Bolonya'nın süper bir şey olduğu anlamına gelmez' türünden cevaplar vermişler. Ayrıca yorum yapanların önemli bir bölümü Bolonya'nın 'parayı veren düdüğü çalar' sistemini getireceği yolundaki kaygılarını paylaşmış.

Diğer taraftan, 18 Kasım Salı günkü gazetede (La Vanguardia) Bilim Ve Yenilik Bakanı Cristina Garmendia'yla(Ministra de Ciencia e Innovación)yapılan bir röportaj okudum. Bakan Garmendia 17 Kasım'da Pompeu Fabra Üniversitesi'nde (Barselona) 2015 Stratejik Planı'nı anlatmış. Tahmin edebileceğiniz gibi, bakanın Bolonya hakkındaki görüşü öğrencilerinkiyle tamamen zıt. Kendisi Bolonya konusunda öğrencilerle yeterli diyalog sağlanamadığı görüşünde. Ona göre, Bolonya projesinde eğitim-iş ikilisyle ilgili çözüm önerileri de mevcut ve bu öneriler öğrencilerle yeterince paylaşılmamış.

Röportajda üniversite özerkliği, akademik alanda uluslararası yarışa dahil olabilmek için yabancı dil eğitiminin (dikkatinizi çekerim: yabancı dilde eğitim değil!) önemi gibi başka konulara da değiniliyor. Ama daha fazla detaya girip de sizleri sıkmak istemiyorum. Yalnızca bu dil meselesine daha sonra enine boyuna değinmeyi umuyorum.

Heyecanlı günler dilerim!


* Bu fakültede grev var!

5 Kasım 2008 Çarşamba

Çeviride çorba olanlar...

Şurda bahsettiğim Mucha konferansına gittim bu akşam.

Her şey, Caixa Forum'a olan gizli hayranlığım dahil, bir yana; konferansın tadına pek varamadım. Konferans ingilizce olduğundan herkes simültane çeviri kulaklıklarını takmış, sesini de sonuna kadar açmıştı. Ben fırsattan istifade bir doz ingilizce almak istemiştim ama dikkatimi toparlayabilmek için biraz mücadele etmem gerekti.

kulaklıkların ucundan sallanan kutucukların bir o yandan bir bu yandan tok bir sesle yere düşmesine paralel, kulaklıkları çıkarmadan yanındakine bağıra bağıra bir şeyler 'fısıldamaya' çalışanlar da oldu mesela. Tabii girip çıkıp duranlar da...

Gerçi, baştaki kriz anlarını atlattıktan sonra biraz daha kolaylaştı anlatıcıyı duymam. Abartmayı severim ben =) Bakmayın şikayet ettiğime, güzel bir konferanstı sonuç olarak.

Bir de manşet: Barselona Akdeniz'in başkenti oldu. Akdeniz Birliği'nin Genel Sekreterliği Barselona'ya kurulacak ve projeler burdan yönetilecek. Bu cumartesi kutlama konseri varmış Katedral Meydanı'nda. Maria del Mar Bonet, buranın meşhur bir şarkıcısı, verecekmiş konseri. Gitmeyi umuyorum =)

3 Kasım 2008 Pazartesi

biri beni uyandırsın!

Endişeye gerek yok,

Durum vahim olmaktan ziyade komik...

ÖSS'ye hazırlandığım kış gördüğüm bir rüya ve bu rüyanın bende yarattığı bir takıntı var.

Rüya şöyleydi (en azından benim zihnimde zamanla şu şekle girdi): Sabah uyanıp hazırlanıp evden çıkıyorum. Uzun süre hayatımın referans noktası olmuş 'Hatay tek yön' yokuşunun başında karşıdan karşıya geçiyorum. Tam her gün servis beklediğim karşı kaldırıma, hayalet evin önüne geldiğimde fark ediyorum ki ayakkabılarımı giymeyi unutmuşum, terlikle şıpıdık şıpıdık geziyorum kış günü. Koşturarak eve dönmeye kalkınca da bu sefer gerçekten uyanıyorum.

Bu rüyadan sonra bir süre her sabah önce ev sonra apartman kapısından geçmeden ayaklarımı kontrol eder olmuştum, hava şartlarına uygun giyinmişler mi diye. Sonra, ÖSS'nin üzerinden bir zaman geçince kaybolmuştu bu takıntı. Üniversite yılları boyunca anca bir iki defa baş göstermişti. Oysa bu ara, her akşam derste, bir anda 'kendime gelip' ayaklarıma bakıyorum. Aslında zaman geçtikçe şöyle bir hal aldı durum: önce, herhangi bir hamle yapmadan, ayak parmaklarımı oynatıyorum biraz. Onları saran dokunun ayakkabı olduğundan emin olup kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Ama genelde buna paralel olarak ayaklarıma bakmış da oluyorum, sonucu kesinleştirmek için.

Bakalım yıllar geçtikçe onca takıntımın arasından bu ne kadar derine inecek, ne gibi sorunların habercisi ya da sebebi olacak...

Not: Rüya yorumlarına açığım.

30 Ekim 2008 Perşembe

don't worry! get happy!

//Başlamadan önce: Blogger'a sansür! Uzun bir aradan sonra yeniden yazmaya dönmek için bundan iyi bir sebebim olamazdı. Geç kalmış bir protesto...//


La Vanguardia gazetesine göre (14 Ekim 2008, Vivir eki, ss.1-2, yazan Oscar Muñoz) bu yıl Katalanların ulaşım alışkanlıklarında değişiklikler olmuş. Örneğin özel araç kullanımında her yıl görülen hızlı artış bu defa gözle görülür biçimde kesilmiş. (Özel araç hala birinci sırada; ama toplu taşıma arayı kapatıyor.) Bunun önemli sebeplerinden biri de ekonomik kriz, zira araştırmanın yapıldığı sıralarda benzin fiyatları rekor düzeylerdeymiş.

Gazetedeki bir diğer veri de ulaşım yöntemlerinin tercih sırası. Buna göre Katalanların favori ulaşım yöntemleri sırasıyla :
'tabanvay' (yaya mı yayan mı, ne yazayım bilemedim),
motosiklet,
araba,
bisiklet (bkz. Bicing; ama sadece katalanca ve ispanyolca.),
tramvay,
ferrocarils (bir nevi banliyö treni),
metro (nihayet!),
taksi,
otobüs ...

(Bu arada, ben bu listede bir yerlere kaykayın da eklenmesi taraftarıyım... Çünkü kaykaycılar MACBA'ya özgü bir durum değilmiş anladığım kadarıyla. Her yerde takip etmeye başladı beni kaykay sesi.)

Bu listeyi kendi izlenimlerimden yola çıkarak üniversitelilere uyarlamak gerekirse, ilk sıraları bisiklet, motosiklet ve metronun paylaştığını söyleyebilirm size. Benim gibi makul mesafelerde oturan öğrencilerin bir kısmı (dün ve bugünün aksine, rüzgarın kemiklerinizi takırdatmadığı havalarda) yürümeyi de tercih edebiliyor (ya da belki onlarda benim gibi bisikletlerle anlaşamıyorlardır =P)

Fòrum Barcelona'da süren Barcelona Sensation sergisindeki verilere göreyse Barselona şehir merkezinde toplu taşıma oranı %39, yayan ulaşım %36 ve özel araç kullanımı %25. (Bisikleti toplu taşıma mı saymışlar acep? Bilemedim.)Ayrıca, Barselona'da 11 bin taksi, 250 bin motosiklet (Roma'dan sonra ikinci sırada) ve bunun üç katı sayıda araba varmış. Bu sergiye daha sonra yeniden değinebilmeyi umuyorum. Annemin kaşif ruhu sayesinde daldık Barcelona Sensation'a. Açlıktan midem yanmasına rağmen gıkım çıkmadan, notlar ala ala gezdim sergiyi. Öyle ilginçti benim için - açken genelde çekilmez oluyorum da... -

Bu hafif gevşeme parantezinden sonra konuya başka bir noktadan geri döneyim: Barselona metrosu. İstatistiklerin aksine, benim günlük ritmimde metro ilk sırada. Gerçi biraz otobüse ağırlık vermeye çalışıyorum bu ara. Şehri daha çok 'görmek' için. Ama hız ve sıklık faktörü dolayısıyla genelde metroya yöneliyorum.

Bu yönelmelerden birinde TMB'nin (Transports Metropolitans de Barcelona) yeni tanıtım filmiyle tanıştım. Metronun fazlasıyla sıcak, kalabalık, sabırsız, stresli vb atmosferinde birden 'Get happy! Baby get happy, come on!' sesini duyunca irkiliverdim önce. Zamane gençliği olarak, fon müziği eşliğinde hareket etmeyi severim ama bu sefer kulaklıklarım çantamın bilmem hangi cebindeydi. Bir an aklımdan şüphe ettim, 'kaçtı galiba' diye düşünürken gözlerim metrodaki ekranı buldu tesadüfen. Ama filmin sadece son karesini görebildim.

Tanıtımın tamamını önce televizyonda izledim. Karşılaştıkça metroda da izliyorum =) Metrodaki ekranlarda düzenli olarak beliren bu film muzip bir neşe veriyor insana. Öyle zıp zıp hop hop gitmek bir yerden bir yere... Tabii metroda mahsur kalma maceramı düşünürsek, toplu taşıma belli zamanlarda hiç de neşeli olmayabiliyor. (Bu arada, bir sonraki başlıkta kendimle çelişmişim...) Yine de, bir reklamlık süre için de olsa, toplu taşıma pek bir sempatik görünüyor insana. Film, en azından Youtube'da, pek beğeni toplamış. Metnini tam çözemedim henüz, çünkü katalanca. Ama 'çevre dostu', 'düzenli şehir' gibi anahtar kelimeleri ayırt edebildim. 'Çevre dostu' ulaşımın önemini IKEA'ya yolculuğumda keşfetmiştim (bkz). 'Düzenli şehir' kısmına gelirsek, TMB'nin 'Gitmek istiyorum' (IETT'nin Oraya nasıl giderim? sisteminin Barcelona versiyonu) arama motorunu sık sık kullandığımı ve her seferinde memnun kaldığımı söyleyebilirim. Yani, en azından sanal ortamda, her şey yerli yerinde =)

Sizleri tanıtım filmiyle başbaşa bırakıyorum...



... bırakamıyomuşum. aranıza kara kedi girmiş. size 10 canlı bir adres: http://www.youtube.com/watch?v=kvae9787l4c.

Aklıma geldi de, şu aralar yüksek lisans derslerinde sık sık 'Youtube'dan şunu arayın izleyin, Wordpress'ten bunu arayın okuyun' gibi cümleler duyuyorum. Ne garip. Hocalar bu sitelerin öğrencilerini zehirleyip yiyip yutacağını nasıl akıl edemiyorlar...






8 Ekim 2008 Çarşamba

faune et flore (fauna ve flora)

Eğitim hayatımın ilk yıllarından kalma 'Çevremizi tanıyalım' prensibinden yola çıkarak, çoğunlukla fakülte ve civarında olduğum bu günü etrafıma daha dikkatli bakarak geçirdim.

Gün boyunca farkına vardıklarım ya da aklımdan geçenler şunlar oldu:

Fakülte adeta bir bermuda şeytan üçgeninin ortasında: üç taraftan, benim içinde kaybolmam için tasarlanmış kitapçılarla çevrili. İkisini keşfettim şimdilik. Ama henüz kıyılardayım.

Yine fakülteyi sarmalayan sokaklardan birinde kırtasiye-sahaf karışımı bir dükkan var. Adına dikkat etmemişim ne yazık ki... Ama önemli dergilerin -özellikle sinema- eski sayıları, ikinci el kitaplar, ucuz dvdler ve dükkana hakim olan caz melodisi göz önünde bulundurulursa, nasılsa tekrar gideceğim oraya. Bu sefer adını da öğrenirim.

Barselona Güncel Sanat Müzesi'nin karşısında okuyup da müzenin önündeki meydan-vari mekanda oturmadan -diğer bir deyişle, bir şeyler okumaya çalışırken aslında etrafı dinlemeden-olmaz. Ben de kırtasiye işimi hallettikten, yemeğimi de yedikten sonra MACBA'nın önünde oturdum; açtım önüme ders programlarımı (a evet, burda hoşuma giden bir şey de hafta hafta işlenecek konunun, dersin amacının ve yönteminin, gelecek konuk hocaların, yapılacak ödevlerin, okunacak kitapların uzun uzun anlatıldığı ders programları...). Ama onlarla işimi kısa tuttum. Tepemden -sadece benim değil tabii, müzenin önündeki platformda oturan herkesin tepesinden ve daha çok sağından solundan- atlayıp duran kaykaycıları izlemeye başladım.

MACBA'nın girişi tasarlanırken böyle işlev öngörülmüş müydü bilmiyorum. Ya da müzedekilerin bu kullanım hakkında ne düşündüklerini... Ama o meydana ses getirmiş kaykay trafiği. Sadece kulak verilince / --------------- !! / gibi şematize etmeye yelteneceğim bir dizge sürekli tekrar ediyor insanın beyninde. Programları okurken bir yandan bu ritmin bende bir beklenti yarattığını fark ettim. Sondaki ünlem yere iniş kısmının başarılı olup olmamasını takiben değişik haller alıyor çünkü. Ünlem sayısı arttıkça başımı kaldırıp kaykaycının sağlığını kontrol edesim geldi benim de. Sonra, 'madem ses bu kadar ilgimi çekti, bari seyredeyim' deyip kağıtları topladım ve bir süre kaykaycıları izledim. Bu arada, profesyonel olup olmadıklarını bilmiyorum. Yine de en azından bir kaçı ciddi ciddi antrenman yapıyor gibiydiler. Müzenin önünde yayılmış bizler, çok heyecanlı bir izleyici kitlesi olmasak da en azından tehlikeli atlayışlar başarıyla sonuçlanınca memnuniyetimizi, pisi pisine düşüşlerde 'tüh'lerimizi paylaşarak dahil olduk onların antrenmanlarına.

Antrenmanın sonunu beklemeden fakültenin kütüphanesine geçtim. Zira okumalarıma hızlı bir giriş yapmazsam pek toparlanamayacağım Sanat Tarihi konusunda. Fakültenin kapısına yürürken hep solumda, zeminle bodrum arasında asansörde kalmış gibi duran devasa pencerelerinden içini gördüğüm kütüphaneye bugün ilk defa girdim. Ve o pencerelerin dibinde bir masaya yerleştim. Camın sokak tarafından içeriye bakmak kadar, içerden-aşağıdan sokağa bakmak da ilginçmiş doğrusu (Kütüphaneye gidip de sürekli boynum havada dışarıyı izlemedim tabii, önce gerektiği gibi okumamı yaptım =P). Ama bence camdan içeriyi keşfetmeye çalışan şirincik benden daha çok eğleniyordu. Elleriyle cama dayanıp merakla aşağıdakileri inceleyen, zaman zaman abrakadabra usülü camı ortadan kaldırıp bizlere katılmaya çalışan bu sevimli yaratık o camın ardında yatan fikre şimdiden hakim olmuş sanki. İçerisiyle dışarısı arasında kurulmuş, içerinin çekiciliğini arttırmayı amaçlayan bir şeffaflık...

Günün geri kalanını düşündüm de, o ufaklıktan sonra yeni bir başlık açmaya gerek yok bence. Bu günün en parlak anı oydu çünkü.


A reveure!



NOT: Yorumlardaki konu önerilerini okudum =) İlgili konular hakkında çalışmalarım sürüyor. Yakında sonuçları paylaşacağım sizlerle...

5 Ekim 2008 Pazar

üç nokta

En son gönderiyi yayınladıktan sonra fark ettim ve bugün içinde üçüncü gönderimi (yine üç!) yazıp yazmamak konusunda ufak bir tereddüdün ardından araya girmeye karar verdim: üç nokta kullanım limitimi aşmışım şimdiden... (ups!)

Por si acaso...

Querido lector, querida lectora :

Bueno, no sé si tendré lectores hispanohablantes pero, por si acaso, hago una pequeña introducción en castellano (espero poder hacerlo pronto en catalán también ...).

Creé este blog en enero 2008 por celos a un amigo mío que siempre expone ideas intrigantes en su blog (en turco, claro). No sé si él lee esto y menos si lo entiende, pero se trata aquí de una confesión tardía =P

Si os fijais en la fecha del primer 'artículo' (Eso si, sigue faltándome mucho vocabulario práctico en castellano. Cualquier ayuda o corrección me encantaría...), vais a ver que hace unos pocos días que he empezado a escribir. Aunque ya en enero tenía muchas ganar de escribir , no creía tener ningun tema de especial interés para mis amigos. Otra confesión: siempre me ha costado un montón exponer mis ideas, compartir mis sentimientos, enfin, expresarme públicamente y de una manera que revelaría, incluso un mínimo, lo que tengo en mi mente. Y por eso, he pospuesto la aventura bloguista.

Ahora que estoy tan lejos de mis amigos de toda la vida, de mi familia, de la ciudad caprichosa(Istanbul) y de muchas cosas pequeñas pero vitales, me parecío más necesario que nunca ponerme a escribir. Enfin, el cambio geográfico que vivo ha causado otro cambio tan importante y ahora si que me atrevo a escribir =P (Aunque todavía no se me había ocurrido escribir todo esto en turco, ay ay ay...)

Ya veo que si no me paro ahora, os voy a aburrir con mis confesiones y nunca más volveréis a leer el blog... Así pues, una última cosa y ya está.

El nombre del blog: deniz kabuğu. Estas dos palabras deberían ser una, segun el diccionario. Sin embargo, como se trata de una alusión a mi nombre y mi timidez, pues aquí van separadas. La primera, ya lo sabeis, es mi nombre. Significa el/la mar en turco. Y la segunda, 'kabuk', significa varias cosas pero aquí quiere decir cáscara, dentro de la cual suelo esconderme... Pero si van juntas, significa concha (petxina en catalá, verdad?).

Ya tenéis una breve (!) introducción a mi mundo =)

Fins ara!

Eveet...

Fark ettiğiniz gibi gönderilerin arası açılmaya başladı =) Dersler, ödevler tam gaz devreye girdi de...

Bir diğer sebep de konuları biraz daha enine boyuna ele almak kaygım aslında. Yazmadan önce şunu da araştırayım bunu da kontrol edeyim derken zaman akıyor tabii.

Bu arada, okuyucularıma sorayım dedim. Barselona hakkında, Barselona'da neler yaptığım hakkında merak ettiğiniz bir şey varsa yorumlara yazmaktan çekinmeyin =)

2 Ekim 2008 Perşembe

Memleket Türküsü

Bilmem bahsettim mi daha önce, müziğin ilginç bir önemi var günlük hayatımda. Sanki nadir objelermiş gibi iTunes kitaplığımdaki şarkıları özenle sıralayıp, listeleyip, etiketleyip vs vs duruyorum. Bazen, acaba şarkıları dinlemekten ziyade biriktirmeyi mi seviyorum diye soruyorum kendime. Zira kitaplığın büyüme hızı başdöndürücü olmaya başladı bu ara. Ve de yeni eklenenlerin önemli bir kısmını şimdiye kadar adamakıllı dinlemedim. Neyse ki bu soru aklıma geldikçe daha özenle dinlemeye başlıyorum kitaplığımdaki albümleri, şarkıları. En azından bir kısmını...

Biraz da evden uzakta olmanın etkisiyle bu aralar en çok 'türkçe' listesine kayıyor elim. Şarkıların bir kısmı fena burkuyor içimi ama bir kısmı da ferahlatan bir nostalji uyandırıyor bende. Ve hislerim en çok Ezginin Günlüğü dinlerken karıştı bugün.


Ezginin Günlüğü'yle Oyun albümleri sayesinde tanıştım. Nerden duydum da aldım, ya da ben mi aldım yoksa evin asıl müzik meraklısı annem mi getirdi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o zamanlar henüz cd teknolojisine geçiş yapmamış olduğum. Ortaokul yıllarıydı sanırım ve ben hala bütün kasetlerimi odamda bir çekmecede dizili tutuyordum. Tıpkı annemlerin evin genel kitaplığında yaptıkları gibi (Anlaşılan müzikleri dizme, saklama, koruma alışkanlığımın somut bir başlagıcı da varmış).

Şu cümleyi yazana kadar hiç düşünmemiştim ama şimdi o çekmeceler geldi gözümün önüne. Odamdakiler maviydi; geri kalanlar beyaz. Çekmeceleri açınca dolu dolu bir koku gelirdi burnuma. Arşiv kokusu. Ara sıra evin kitaplığındaki çekmeceyi karıştırır, ilgimi çeken kasetleri aşırır, bazılarını bir süre sonra aynen yerine koyardım, bazılarının yeriniyse benimkilerin arasından pek dinlemediklerim alırdı. Son zamanlarda kasetleri tarama konusunda elim baya hızlanmıştı. Belki de bütün bunları hatırlattığı için, müzik marketlerinde cd raflarını tıkır tıkır taramayı pek severim hala.

Konuya döneyim. Pek çoklarının aksine Oyun albümünden benim dilime dolanan şarkı Düşler Sokağı olmadı. Sanırım ilk ısındığım parça Küçüğüm'dü. Sonra, her zaman olduğu gibi bir şeyi hissettiğimden değil de hissetmenin hayalini kurduğumdan Şehir'e takıldım kaldım. Ki bu şarkıları hala çok severim. Ve tabii, çevirinin ne demek olduğunu bana en güzel anlatan sözlere sahip olduğundan, Vazgeçtim.

Ama beni asıl vuran -İstanbul'a gelmemle birlikte- Kül Vakti oldu. Bu parçayı dinlerken boğazda bir yalının cumbasında oturmuş, dantel örtünün üstündeki kahve fincanına uzanır gibi hissediyorum kendimi hep. Kanunun sesinden ve melodiden olsa gerek, daha ilk notadan başlayarak eski Türk evlerinin o sıcak ve bazen aşırı dingin hissiyatı kaplıyor içimi. Çocukken ziyaret edilen büyüklerin evleri geliyor aklıma. Narin ve zarif eşyaların, ahşap rengin hakim olduğu bu evler adeta birer film seti gibi gelirdi bana. Hepsi ayrı bir çiçek, ayrı bir ağaç kokardı. Çocukluktan kalan bir diğer alışkanlığım da işte bu: bulunduğum yerleri kokularıyla hatırlamak, ya da daha doğrusu tanıdık bir koku duyduğumda o kokuyu ilk aldığım yerde hissetmek kendimi.

Bugün pek bir konudan sapasım var galiba... Öyleyse, daha fazla dallanıp budaklanmadan burada bırakıyorum yazıyı. Kokulu ve müzikli yazılarla devam etmek ümidiyle şimdilik iyi sabahlar (01:35).

29 Eylül 2008 Pazartesi

Vuelta al cole!

'Vuelta al cole' İspanyolların önemli bir kısmı için Eylül ayının en büyük olayı. Türkçesi 'Okula dönüş', yani ilköğretim okullarının ve liselerin açıldığı gün. Ama tabii okula dönüş hakkındaki haberler, hazırlıklar bir ay öncesinden başlıyor. Bir de, okulun ilk günü akşamı bütün ana haberlerde Kral ve Kraliçe'nin torunu, Asturias prenslerinin kızı Leonor'un okuldaki ilk günü tekrar tekrar verilmek suretiyle aklımıza kazındı... Kraliyet Ailesi fenomenine henüz alışabilmiş değilim ama İspanyol basınının onlara bu kadar yer ayırması sayesinde buna da çabucak alışacağıma eminim.

Tabii okullar açılalı bir 10 gün kadar oluyor aslında. Ama benimki daha bugün başladı =) Burada anlatıp da sizi sıkmak istemediğim bazı sebeplerden biraz stresli bir başlangıç oldu benimkisi... Yine de nihayet dersler, sınıf arkadaşlıkları, kısacası sosyal hayata uyum süreci başladı, heyo! Ben de kendimi prenses gibi hissettim bugün =P Gerçi beni okul kapısında kameralar beklemiyordu ama, olsun. Bir de bugüne kadar pek çok 'okula dönüş' yaşamış olmama rağmen derslerin ilk gününün benim için hala çok-anlamlı bir olay olduğunu fark ettim.

İlk gün tanışalım kaynaşalım diye öğrenciler ve hocalar için bir kokteyl hazırlamışlar. Kokteyli açan bölüm başkanımız 'Katalanca çok kolay, zaten 2 haftada öğrenirsiniz, ondan sonra hep katalanca konuşucaz' deyince gülümsemeyle karışık hafif bir mırıltı oldu salonda. Aslında haklı galiba. Zira lafa katalanca girmişti önce. Sonra biri 'Öğrencilerin çoğu yabancı, ispanyolca konuşalım bence' deyince 'castellano'ya döndü bölüm başkanımız. Ama bu arada anlattıklarının da hepsini anlamış olmaktan duyduğum, bir şeyi ilk defa başarmış küçük çocuk gururumu sizlerle paylaşmak isterim =) Dersler katalanca olacakmış ama ödevlerimizi pek çok dilde yazabilecekmişiz. En azından ispanyolca, fransızca ve ingilizce. Yine de, ilk dersimin hocası dersi ispanyolca yapacağını söyleyerek beni biraz olsun rahatlattı. -Her geçen gün İspanyol Pansiyonu'nun gerçekçi taraflarını keşfediyorum: ev arama macerası, katalanca dersler vb-

Okula başlamanın bir güzel tarafı da sonunda İspanyolların (ya da Katalanların) arasına karışmak oldu. Etrafımda almanca, rusça, danca, ingilizce değil de ispanyolca ve katalanca duymaya başladım artık. Ki ikisi de duymaktan ayrı bir zevk aldığım diller olduğundan pek bir mutluyum. Hatta bugün, sınıf arkadaşlarımla konuşurken, ispanyolca dinlemenin verdiği mutluluktan arada bana sordukları soruları bir iki saniye gecikmeyle algıladığımı fark edince biraz telaşlandım =) Bu duruma alışıp toparlanmam gerek.

Sınıfa gelince, şimdilik dünya karmasına katılanlar -Türkiye dışında- şöyle: Estonya, Romanya, Polonya, Yunanistan, İtalya, Fransa, Kolombiya, Meksika, Brezilya, Şili, Arjantin ve biraz da İspanya... Sınıftaki herkesin sempatik olması, daha tanışmamış olanların bile şakalaşması da bir başka güzel durum. Ayrıca bu kadar farklı ülkeden öğrenci olması ilk dersin hocasını çok memnun etti (Bu arada ilk ders 'Görsel Kültür' olduğundan bizim kültürel farklılıklarımızın kendisi için büyük bir avantaj olacağını düşünüyor hocamız).

İyi bayramlar ve Bona nit!

28 Eylül 2008 Pazar

Yaşasın toplu taşıma!

Daha yaratıcı bir başlık ummuştum kendimden ama bu aralar biraz bayılmış haldeyim. Yine de başımdan geçen şu güzel olayı sizlerle paylaşmak istedim:

Geçtiğimiz cuma günü yine birtakım resmi meseleler peşinde koşturdum ve ne şaşırtıcıdır ki birini çözmeyi başardım. Sonra, azar azar soğuyan hava dolayısıyla bir yorganın eksikliğini hissetmeye başladığımdan, İkea'yı yeniden ziyaret etmeye karar verdim. Plaza Espanya'yan kalkan her tren (Ferrocarils de la Generalitat) İkea'ya gittiğinden, her zamanki biletimle gördüğüm ilk trene atladım. İkea'ya gitmek için indiğim duraktan çıkarken orta yaşlı sevimli bir bayan 'İkea'ya mı gidiyorsunuz? Buyrun!' deyip bana 5 euro+1 kahve değerinde bir kupon uzattı. Üzerinde 'Toplu taşımayı tercih ettiğiniz için teşekkürler' yazan bu kupon ancak 50 euro ve üzeri alışverişlerde geçerliymiş. Neyse ki benim alışverişim 52 euro tuttu. Böylece afişini ilk gördüğümde çok da umursamadığım 'Sustainable Mobility' ya da ispanyolcasıyla 'Movilidad Sostenible' haftasının ne kadar güzel bir şey olduğu keşfettim =)

Ama olayın bir de sahne arkası var: kuponu ilk aldığımda 'kahve' yazısını görünce sadece kafeteryada geçerli olduğunu sana şapşal -ve tok- ben elimde kuponumla eve dönerken yaptığım şaşkınlığın farkına varınca gerisin geri İkea'ya gittim. Müşteri Hizmetleri'ne gidip durumu anlattım. Bir yandan kendi kendime bile 'Bu kadar da bedavacı olunmaz, 5 euro alıcam diye geldiğin yola bak!' derken ve karşı tarafın da böyle düşünmesinden korkarken; bir yandan da 5 euroluk market alışverişiyle kaç gün karnımın doyacağını bildiğimden bu zahmete değer diye düşünüyordum. Neyse ki karşı taraf da 5 euronun önemli bir miktar olduğunu düşündü ve yarım saat önce alınmış fişim de elimde olduğundan kuponu alıp bana 5 euroyu verdi =)

İşte böyle.

Projenin sitesinde tarihler 16-22 Eylül. Nedense Barselona bir sonraki haftayı, 22-29 Eylül'ü seçmiş projeyi hayata geçirmek için. Tabii bundan herhangi bir şikayetim olmadı benim...

24 Eylül 2008 Çarşamba

Barselona metrosunda mahsur kalmak...

24 Eylül Mercè şenliklerinin son günü. Asıl bayram günü yani.

Öğlen Belediye ve Yerel Hükümetin karşılıklı binalarda yer aldığı Jaume (Jauma) meydanında Barselonalı 'Castellers' (Şatocular) denen ekiplerin gösterisi vardı. Bu şatocular birbirlerinin üstüne tırmanarak insandan kuleler oluşturuyorlar, kulelere de 'castell' yani şato adı veriliyor. Yerde, en alttaki elemanın etrafını saran ekip ona destek vererek dengede kalmasını sağlıyor. Kule yükseldikçe yukarı tırmananların yaşı da küçülüyor. En üsttekilerin en hafif olmasını sağlamak için genelde kulenin zirvesinde ilkokul çağındaki kız ve erkekler oluyor. Başlarında kasklarıyla... Zirveye çıkan küçüklerin kask takması birkaç ölümlü kazadan sonra kural haline gelmiş. Gösterinin sonunda, en son yapılan kulenin zirvesindeki küçük çocuğu belediye başkanı bir iple yukarı çekerek belediyenin balkonuna alıyor ve böylece kule gösterisi sona eriyor.

Daha sonra, akşamüstü, La Rambla boyunca 'Devler ve Canavarlar' geçit töreni yapılıyor. Dev kuklalar peşlerindeki çeşit çeşit (okul orkestrasından Afrika ritim müzikleri yapan gruplara kadar yayılan geniş bir yelpaze) müzik ekipleriyle birlikte Rambla'nın iki tarafına toplaşmış kalabalığın arasından dans ederek ilerliyorlar.

Asıl büyük şamata ise gece 10'da Plaza Espanya'da kopuyor. Montjuïc dağına bakan bu meydanda önce Sihirli Çeşme'deki sular rengarek dans ediyor. Ardından 45 dakika aralıksız devam eden bir havai fişek gösterisi yapılıyor. Aslına bakarsanız, her popüler şarkının en bilinen 10 saniyesini alıp ard arda dizerek oluşturulmuş, üstüne biraz da ünlü televizyon dizilerinin jeneriklerinden dökülmüş (ki Dallas bile vardı mesela) fon müziği yeterince baş döndürdüğünden havai fişekler biraz sönük kalıyor =P Bir de tabii babalarının sırtında gösteriyi tam ekran izleme şansına sahip olan çocuklar arka sıraların şansını biraz azaltmış oluyor. Beni en çok etkileyense Plaza Espanya'daki muhteşem insan kalabalığı ve bu kalabalığa rağmen hiç bir tatsızlıkla karşılaşmamış olmamdı. (Benimle Nişantaşı sokaklarında bir Yılbaşı gecesi geçirmiş olanlara sesleniyorum: o kalabalığı -en az- 10'la çarpıp rahatsızlığı 100'e bölün)

Başlığa gelince: Barselona'nın her yanından insanlar Plaza Espanya'ya doğru muhtelif şekillerde akarken biz de -bir arkadaşla- metroyu denemeye karar verdik. Ne var ki ikinci duraktan sonra tren istasyondan çıkamadan durdu, alarm çalmaya başladı ve tam bu sırada önümdeki turist bayan bayıldı. Yere yığıldı diyemiyorum çünkü yığılabileceği bir yer yoktu... Etrafımızdakilerin olaya el koymasıyla önce iki tıp öğrencisine, ardından bir miktar suya ve en son da bir görevliye ulaşarak (son vagonda olmamızın verdiği şansla) kondüktör bölmesinin kapısından hem bayanı çıkardık hem de kendimizi dışarı attık. Geri kalan yolu da yürüyerek aldık.

Bir de : Katalan Ulusal Radyosu'nun 25. yılıymış bu yıl, tören boyunca ısrarla tekrar ettiler de bunu. (Katalanca olarak tabii)

23 Eylül 2008 Salı

Ben müze gezmekten ne anlarım zaten...

Ziyaretçilere ters davranan müze görevlileri sinirimi bozuyor...

Bu tip görevliler şöyle alt gruplara ayrılıyor:

1. Bilet kuyruğunun başında durup, 'Sen sıranın ne zaman geldiğini anlamazsın, şimdi otur oturduğun yerde. Sonraki, diye emrettiğimde boş olduğunu gördüğün -onu da göremiyosun zaten!- gişeye git!' der gibi, sanki hapisaneye yeni gelen mahkumları banyo kuyruğuna sokarmış gibi davrananlar

2. Yanlış kapıdan, kuyrukta bekleyen kalabalıkları yara yara çıkmaya çalışırken onu duymamış olan -zaten duysa da muhtemelen ana dilinde olmayan bu uyarıyı anlamayacak olan- ziyaretçiyi sanki köpeğini çağırırmış gibi ıslıkla çağırmaya çalışanlar

3. Cep telefonuyla konuştuğu için kendisini duymayan bir ziyaretçiyi bu sefer bağırarak uyarmaya çalışan ve böylece o ana kadar durumdan -bırakın rahatsız olmayı- haberdar olmayan diğer ziyaretçileri kendisi rahatsız edenler

4. Yüzünüze ukala ukala ve kelimesi kelimesine 'Aman kapı koluna dokunmayın, onun restorasyonuna ne kadar para harcandı biliyor musunuz, bir şey olursa ömür boyu çalışsanız ödeyemezsiniz!' demekten utanmayanlar (Bunu hatırladıkça hala kan beynime sıçrıyor. Söyleyenin kafasını kapı koluyla kırası geliyor insanın...)


ve saire...


Bu tiplerin kimiyle şahsen muhattap oldum, kimine sadece tanık oldum. Ve bir iki tanesiyle bugün yeniden karşılaşınca yazasım geldi. Daha niceleri var tabii ama aklıma gelenler şimdilik böyle.

Ziyaretçiler de tip tip tabii. Kabul ediyorum ki onların da bir kısmı sinir bozucu oluyor. Yani bazen görevliler de sinirlenmekte haklı oluyorlar. Ama saygısızlıkta haklı olmuyor bence.

Bunun yanında, gününüzü aydınlatan görevliler de oluyor. Yüzünüze 'müzenin planını hala ezberleyemedin mi be şapşal turist' der gibi bakmayan, nerden çıkacağınızı açık ve net bir şekilde tarif eden güler yüzlü görevliler gibi.

Kısacası ben bugün biraz müze gezdim Barselona'da =)

22 Eylül 2008 Pazartesi

'Mucha' Chocolate Barcelona

Caixa Forum'daki Alphonse (ya da Alfons, kaynaklar kararsız) Mucha sergisi sanırım heyecanla bekleniyormuş Barselonalılar tarafından. Zira sergi Mayıs 2008'den bu yana İspanya turunda ve Barselona'dan önce Madrid'te 350 bin kişi tarafından gezilmiş. Sergide yazdığına göre bu, İspanya'da açılan böyle geniş kapsamlı ilk Mucha sergisiymiş... Güzel de bir sergi. (Bu arada Caixa Forum Türkiye'deki Yapı Kredi Sanat misali, La Caixa isimli bir bankanın kurduğu önemli bir sergi merkezi.)

İspanya'nın -bence- en baba Rock şarkıcısı Joaquín Sabina'nın bir şarkısı vardır, 'Yo quiero ser una chica Almodóvar' (Ben bir Almodóvar kızı olmak istiyorum) diye. İşte ben de bir Mucha kızı olmak istiyoruuuuum! Çiçeklerden bir tacın altında, saçlarına yıldızlar dolanmış, tül tül elbisesiyle adeta boşlukta akıp giden bir kız...

Mucha'nın (Çekler 'Muha' diye okuyor bu ismi) en çok dekoratif panolarına hayranım: her biri dörder panodan oluşan sanatlar; çiçekler; günün saatleri; ay ve yıldızlar -panolar içinde de en çok bu serinin karşısında eriyorum-; değerli taşlar ve mevsimler serileri. (Panoları ve ilerde adı geçen eserleri görmek için tıklayın=)) Tabii Sarah Bernhardt'lı tiyatro afişleri de (özellikle Medea) unutulmaz. Sarah Bernhardt da Mucha'nın afişlerine hayranmış. Hatta hep onunla çalışmak için özel bir anlaşma yapmış. Ve tabii ünlü anekdota göre Medea'da kullanılacak takılar arasında aslında olmayan, tamamen Mucha'nın hayalgücünün ürünü yılanlı takıyı Bernhardt o kadar beğenmiş ki Fouquet'ye aynısını yaptırmış. -Alexandre Fouquet, eserleri karşısında eriyip bittiğim bir diğer Art Nouveau ilahı, dönemin en önemli takı tasarımcısı.- Mucha-Fouquet dayanışması bundan sonra da devam etmiş.

Bunların yanında Zodiac, Rêverie, Princesse Hyacinthe, Job sigara reklamı, Amattler çikolataları reklamı, 1900'da Paris'teki Exposition International için yaptığı çalışmalar da Mucha'nın en ünlü eserleri arasında yer alıyor. Açıkçası sigaraya dair sevdiğim tek şey Mucha'nın Job reklamı için yayptığı afiş sanırım =p Bütün bunların yanında Mucha'nın yağlıboya resimleri de çok etkileyici. Aralarında beni en çok etkileyen kızı Jaroslava'nın portresi oldu. Kızın gözlerindeki ateş hipnotize edici sanki.


Sergiyi gezdikten sonra bir dolu Mucha kartpostalı aldım. Bu yazıyı yazarken isimlerde hata yapmamak için kartlara baktım ve fark ettim ki daha bir sürü almalıymışım... Neyse, Caixa Forum bana yürüme mesafesinde =P Ayrıca sergi dahilinde Mucha hakkında düzenlenen konferanslardan birine de bilet aldım (1 euro), Mucha ve Sembolizm). Burada bir parantez açmak istiyorum: Söz konusu konferansa bilet bulduğuma inanamıyorum. Zira Barselona'daki büyük geçici sergilerin hepsiyle birlikte bir de konferans dizisi hazırlanıyor. Ve bu konferansların biletleri hemen bitiyor. Benim Mucha sergisi açıldıktan 3 gün sonra hala bir konferansa yer bulabilmem güzel oldu yani =) Bu durum İstanbul Film Festivali biletlerine kavuşmak için aşılması gereken kuyrukları hatırlattı bana... Ah İstanbul! Şimdi Film Ekimi kuyruğunda olmak vardı...


Mucha konusunda kendimi daha fazla kaybetmeden diğer başlığa geçeyim. Woody Allen'ın yeni filmi Vicky Cristina Barcelona adını aldığı şehirde vizyona girdi. La Vanguardia'ya göre Barselonalılar filmi yeterince beğenmişler ama filme hayran da kalmamışlar. 'Barselona'nın en turistik, en yüzeysel halini göstermiş Woody Allen' diyordu röportaj yapılan izleyicilerden biri. Ben de izleyeyim bakiim diyordum. Hem ne zamandır (!) Bardem'i göremiyorduk beyaz perdede... Ne var ki bundan önce iki kere gittiğim ve Barselona'da bildiğim tek sinemada katalanca seslendirmeyle oynuyormuş film =( Neyse ki orijinal versiyonun gösterileceği bir başka sinema buldum yakınlarda. En kısa zamanda 'görücem' bu filmi. Duyduğuma göre Film Ekimi'ne de geliyormuş ;)

İşte bugün de böyle geçti bu çılgın şehirde.

Adéu!

19 Eylül 2008 Cuma

Yapış yapış

Sıcak ve nemli havalarda yağmurlukla dolaşmaktan pek hoşlanmadığımı bir kez daha anladım bu gece.

Bugünden itibaren bir hafta boyunca Mercè (Marse) festivali kapsamında Barselona'nın hemen hemen her önemli meydanında gün boyunca konserler var. Tabii esas gruplar gece çıkıyorlar sahneye. Ben de ev arkadaşım Ana'nın peşine takılıp bu konserlerden birine gitmeyi düşünüyordum. Ne var ki yağmurun azizliğine uğradım. Üzerime yapışıp ter ter terleten naylon yağmurluğumun içinde La Rambla'nın bir başından diğerine yürürken anladım ki şemsiye daha iyi bir fikirmiş... Şemsiye'den hoşlanmayan dostlarıma selamlar =)

Sonuç olarak yaz yağmuru ya benim tipim değil ya da bu sefer beni ters bir anımda yakaladı.

Özet

Fark ettim ki şimdi nerelerdeyim, ne yapıyorum hiç anlatmamışım. Çoğu arkadaşım haberdar bunlardan ama yine de bir özet geçeyim istedim.

7 Eylül'de Barselona'ya geldim. Burada tahminen iki yıl sürecek bir Sanat Tarihi Yüksek Lisansı'na başlıyorum, Barselona Üniversitesi'nde. Dersler 10 gün sonra başlayacak, kayıtlarsa derslerden bir gün sonra... Yani aslında hala açıkta sayılırım =)

7'sinden bu yana yaptıklarımsa şöyle: Önce başımı sokacak bir oda aradım kendime. Gayet merkezî, toplu taşımanın her türlüsüne ve şehrin önemli meydanlarına yakın bir noktada (meraklısına: Rocafort metro istasyonu, kırmızı hattın ortalarında) sıcak, sevimli bir yer buldum kendime. Hatta okula yürüyerek bile gidebilirim buradan. Zira, haritaya baktıysanız, sadece 2 metro durağı uzaklıktayım okuluma.

Odama yerleştikten sonra Yabancılar Polisi'ne gittim ama Istanbul'daki Ispanya Konsolosluğu'nun kayıt için yanıma almamı söylediği belgeler meğersem tamamen gereksizmiş. Bambaşka bir liste verdiler bana. Ki listede okul kaydı da mevcut (Bu konuyla ilgili daha fazla bilgi arayışında olanlar Rambla del estudiant turc'a bakabilirler; ancak o blog henüz yapım aşamasında olduğundan bir süre sabretmeleri gerekecek. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz...). Dolayısıyla Ekim ayına ertelendi polis meselesi.

Ayrıca buraya bir yıllığına gelmiş Türk bir Erasmus öğrencisine ev arayışında yardımcı oldum biraz. İspanyolca bilmeden buralarda yaşamanın ne kadar zor olabileceğini fark ettim.

Bunun haricinde bol bol sokaklarda dolandım. Özellikle eski şehir kısmındaki dar ve karmaşık sokakları tanımaya ayırdım vaktimi. Dükkânları keşfettim. Yani mesela Barselona'da nereden poster alınır, nereden İspanya bayrağı alınır (=P) artık biliyorum. Söylememe gerek var mı bilmiyorum, bir iki Türk restoranıyla karşılaştım.

Bir de işte kendimi blog yazmaya verdim =) Huyum olduğu üzere, durup durup bir işe bir başladım pir başladım. Aynı anda iki blog birden yazıyorum şimdi. Biri şu anda okuduğunuz daha kişisel bir blog. Diğeriyse yukarıda adı geçen Rambla del estudiant turco. Bu ikincisi daha ziyade Barselona maceralarına ayrılmış; buralara gelecek öğrencilerin ilgisini çekebilecek; bir nevi rehber niteliğinde bir blog olacak. Olacak diyorum çünkü henüz pek ilerleme kaydedebilmiş değilim.

Hatta yazıyı burada sonlandırıp diğer bloguma dönüyorum izninizle.

Fins desprès (Sonra görüşürüz)

18 Eylül 2008 Perşembe

askı!

Askı deyip geçmemek lazım. Zira kendisi Barselona süpermarketlerinde gayet pahalı, o da eğer markette bulabilirseniz tabii. Günlerdir kıyafetlerimi yatarken yatağın üstünden alıp masaya, uyanınca da masanın üstünden alıp yatağa koymaktan sıkılmaya başlamıştım. 'Dolabın yok mu?' diyeceksiniz. Var ama orda da pek yer yoktu açıkçası.

Sonunda bugün Ikea'da hem ucuz hem sevimli hem de bol bol askıları görünce pek bir sevindim. Askı gördüğüme bu kadar sevineceğim aklıma gelmezdi... Siyah, plastik, yuvarlak hatlı 8 adet askı aldım çeşit çeşit modelin arasından. Hem şekilleri hoşuma gitti, hem çok hafiftiler, hem de ucuzdular. Şimdi kıyafetlerim askılarında düzenli bir şekilde salınıyorlar.

Bu arada askının ispanyolcası percha, katalancası penja imiş. Bunu da öğrenmiş oldum. Hatta meraktan fransızcasına da baktım; o da cintre imiş. Bu sonuncusunu ilk defa duyuyorum gibi geldi bana ...

....


Bugün (19/09) Barri Gòtic'te dolanırken sırf askı satan bir dükkana rastladım =) Fiyatları ortalama.

9 ay...

Blog adresini alalı 9 ay olmuş. Bunca zaman yazacak pek çok şey geldi aklıma; bir ucundan başlamanın zamanıdır. Yine de, bakıyorum da saat sabahın ikisi olmuş. Giriş yazısını kısacık tutup yarın yeni bir gündür demek istiyorum...