2 Ekim 2008 Perşembe

Memleket Türküsü

Bilmem bahsettim mi daha önce, müziğin ilginç bir önemi var günlük hayatımda. Sanki nadir objelermiş gibi iTunes kitaplığımdaki şarkıları özenle sıralayıp, listeleyip, etiketleyip vs vs duruyorum. Bazen, acaba şarkıları dinlemekten ziyade biriktirmeyi mi seviyorum diye soruyorum kendime. Zira kitaplığın büyüme hızı başdöndürücü olmaya başladı bu ara. Ve de yeni eklenenlerin önemli bir kısmını şimdiye kadar adamakıllı dinlemedim. Neyse ki bu soru aklıma geldikçe daha özenle dinlemeye başlıyorum kitaplığımdaki albümleri, şarkıları. En azından bir kısmını...

Biraz da evden uzakta olmanın etkisiyle bu aralar en çok 'türkçe' listesine kayıyor elim. Şarkıların bir kısmı fena burkuyor içimi ama bir kısmı da ferahlatan bir nostalji uyandırıyor bende. Ve hislerim en çok Ezginin Günlüğü dinlerken karıştı bugün.


Ezginin Günlüğü'yle Oyun albümleri sayesinde tanıştım. Nerden duydum da aldım, ya da ben mi aldım yoksa evin asıl müzik meraklısı annem mi getirdi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o zamanlar henüz cd teknolojisine geçiş yapmamış olduğum. Ortaokul yıllarıydı sanırım ve ben hala bütün kasetlerimi odamda bir çekmecede dizili tutuyordum. Tıpkı annemlerin evin genel kitaplığında yaptıkları gibi (Anlaşılan müzikleri dizme, saklama, koruma alışkanlığımın somut bir başlagıcı da varmış).

Şu cümleyi yazana kadar hiç düşünmemiştim ama şimdi o çekmeceler geldi gözümün önüne. Odamdakiler maviydi; geri kalanlar beyaz. Çekmeceleri açınca dolu dolu bir koku gelirdi burnuma. Arşiv kokusu. Ara sıra evin kitaplığındaki çekmeceyi karıştırır, ilgimi çeken kasetleri aşırır, bazılarını bir süre sonra aynen yerine koyardım, bazılarının yeriniyse benimkilerin arasından pek dinlemediklerim alırdı. Son zamanlarda kasetleri tarama konusunda elim baya hızlanmıştı. Belki de bütün bunları hatırlattığı için, müzik marketlerinde cd raflarını tıkır tıkır taramayı pek severim hala.

Konuya döneyim. Pek çoklarının aksine Oyun albümünden benim dilime dolanan şarkı Düşler Sokağı olmadı. Sanırım ilk ısındığım parça Küçüğüm'dü. Sonra, her zaman olduğu gibi bir şeyi hissettiğimden değil de hissetmenin hayalini kurduğumdan Şehir'e takıldım kaldım. Ki bu şarkıları hala çok severim. Ve tabii, çevirinin ne demek olduğunu bana en güzel anlatan sözlere sahip olduğundan, Vazgeçtim.

Ama beni asıl vuran -İstanbul'a gelmemle birlikte- Kül Vakti oldu. Bu parçayı dinlerken boğazda bir yalının cumbasında oturmuş, dantel örtünün üstündeki kahve fincanına uzanır gibi hissediyorum kendimi hep. Kanunun sesinden ve melodiden olsa gerek, daha ilk notadan başlayarak eski Türk evlerinin o sıcak ve bazen aşırı dingin hissiyatı kaplıyor içimi. Çocukken ziyaret edilen büyüklerin evleri geliyor aklıma. Narin ve zarif eşyaların, ahşap rengin hakim olduğu bu evler adeta birer film seti gibi gelirdi bana. Hepsi ayrı bir çiçek, ayrı bir ağaç kokardı. Çocukluktan kalan bir diğer alışkanlığım da işte bu: bulunduğum yerleri kokularıyla hatırlamak, ya da daha doğrusu tanıdık bir koku duyduğumda o kokuyu ilk aldığım yerde hissetmek kendimi.

Bugün pek bir konudan sapasım var galiba... Öyleyse, daha fazla dallanıp budaklanmadan burada bırakıyorum yazıyı. Kokulu ve müzikli yazılarla devam etmek ümidiyle şimdilik iyi sabahlar (01:35).

Hiç yorum yok: