9 Mart 2009 Pazartesi

Her günüm bir avlu serinliğinde olsa

Mimar bir çevrenin en küçük 'ikinci nesil eleman'ı olarak sürekli bir 'mekân' lafıdır çınlardı kulaklarımda.

Mimar olmadım; ama belki bir iki şey öğrenebilmişimdir aralarında büyüdüğüm mimar-hocalarımdan. Hani tam uyumadan önce ya da uykuda dinledikleriniz genelde en iyi öğrendikleriniz, en çok aklınızda kalanlar olur ya; düşünün ki ben o insanların arasında, hatta onlardan birinin omzunda uyuyordum bebekken =P Tabii benim uyku saatimde mimari konular yerini 'aynalı muhabbet'lere bırakmış oluyordu çoktan...

Neyse, mekân diyordum. Benimle fazla vakit geçiren arkadaşlarım belki fark etmişlerdir; bende bir kelime fetişizmi vardır -ki blogda bir yerlerde adı geçen 'dil fetişizminin' asıl sebebi de budur. Mekân da tarifi zor duygulara, tanımlaması zor çağrışımlara sebep olan kelimelerden biridir bende. Aynı kelimenin içinde hem malum mekânın sınırları hem de onu dolduran hava gizlidir sanki. Tabii her havanın kendine has bir kokusu, kendine has bir titreşimi, kendine has bir devinimi var. Bir 'alan'ı mekân haline getiren, beni bir mekâna aşık eden de asıl bunlardır işte. Ve çoğu zaman bir şehri özlediğimde aslında o şehirdeki belli bir mekânı özlemişimdir.

Bir binalar, yollar, taşıtlar, insanlar ve birbirini doğuran işler yığınını yaşanılası bir şehre dönüştüren şeydir 'kentsel mekân'. Ne yazık ki çoğu ‘yığın’ımızda üzerine düşünülmemiş –ya da zevksizlikle düşünülmüş- bir öğedir. Bu konuda yaratıcı düşünenlerse, en azından benim tanıdıklarım, er geç küstürülmüştür. Zaten mevcut mekânların çoğunda da insana pek huzur verilmez bizim oralarda. Ama konuya buradan devam edersem hem benim sinirlerim hortlar hem de sizi çok sıkarım.

Mekân illa kapalı ya da dört tarafı çevrili bir alan olmak zorunda değil aslında. Lakin ‘avlu’ dediğimiz mekânın yeri bambaşka benim için. Barselona’daki ilk günlerimden beri sık sık ayaklarım beni Frederic Marès Müzesi’nin avlusuna götürüyor. Havuzun karşısında bir banka kurulup kimi zaman mango-çikolata-naneli dondurma yiyorum kimi zaman okuyorum kimi zamansa sadece katedralin arkasındaki klasik müzik sokak-konserini dinliyorum. Dört duvar arasında, gözlerinizi kapamış sadece etraftaki havayı hissederken görmediğiniz bir yerden gelen müziğin sesiyle bir filmde hissediyorsunuz kendinizi. Her avlu bir ‘dışarı’nın içinde ama o avludayken sanki ‘dışarı’sı hiç yokmuş gibi …

Hiç yorum yok: